Hırsızın Çaldıkları

"Aslında kitabın neyle ilgili olduğu önemsizdi. Asıl önemli olan, taşıdığı anlamdı..."
KitapHırsızı/Markus Zusak

10 Mayıs 2019 Cuma

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


“Biz genç değiliz artık. Biz dünyayı fethetmek istemiyoruz artık. Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz artık. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.”

2. Dünya Savaşı sıralarında Hitler tarafından belli başlı kitaplar yasaklanmış, hatta bazıları yakılmış. “Alman değerlerine” karşı olan eserler yakılmaya başlandığında, savaş karşıtı bakış açısıyla Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok da bu yakılan kitaplardan biri olmuş. Bununla da yetinilmemiş, yazarının da yakalanıp öldürülmesine karar verilmiş; çareyi Almanya’dan kaçmakta bulmuş. Almanya’da kalan kız kardeşi, savaş aleyhinde konuştuğu gerekçesiyle Nazi mahkemelerince ölüm cezasıyla yargılanarak idam edilmiş.

Bence Batı Cephesi’nin işlediği konu insanlığın en garip ve anlaşılmaz konularından bir tanesi: savaş. Tarihin en karanlık noktalarından biri olan 1. Dünya Savaşı döneminde geçiyor Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Yaşar Kemal de Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u 20. Yüzyıl için bir el kitabı niteliğinde değerlendirmiş. Öyle bir dönem ki 20. Yüzyılın Büyük Savaş’ı, hakkında ne zaman bir şey bildiğimizi düşünsek, derinlerden sürekli bir dolu hikaye çıkıyor. Mesela bir Alman askeri, günlüğüne savaşta geçirdiği zamanla ilgili bazı şeyler yazmış. Bir gün Almanlar siperde yemek pişirirken karşı taraftan bir Fransız "Ben de gelip yiyebilir miyim?" diye seslenmiş. Davet etmişler, Fransız askeri Almanlarla güzel güzel yemeğini yemiş, ardından uzanıp biraz kestirmiş, sonra teşekkür edip siperine dönmüş. Sonraki günlerde de Almanlar kendisini düzenli yemeğe davet etmiş. Yemek saatlerinde iki taraf arasında gidip gelenler çok olurmuş, birbirlerine ikramlarda bulunur, yemeğin ardından şarap ve sigara içip kağıt oynar ve birbirlerine kibarca şans dileyip siperlerine dönerlermiş. Yemek saatlerinde asla saldırıda bulunulmazmış ama bu cephede savaşanların emirlerle değil, doğrusu bu olmalı diye düşünerek kendi kendilerine geliştirdikleri bir davranışmış.
İki tarafın da kurmayları bu yaşa ve yaşat duygusunu kırmak için siper baskınları emri vermeye başlamışlar. Silah arkadaşlarını bir bir kaybeden askerler artık karşı tarafı dost olarak göremez hale gelince, savaş tekrar savaşa dönmüş.

“Gencim ben, yirmisindeyim. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ölum, korku. Ve bir acı uçurumunun üstüne atılmış sığ, soytarıca bir keyif... İnsanların nasıl birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca, masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum. Dünyadaki en keskin zekaların bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlarla sözler icat ettiğini görüyorum.”

Kitabın yazarı Erich Maria Remarque de tıpkı kendi karakterleri gibi öğretmenlerinin ve çevresinin baskısıyla istemediği halde “Büyük Savaş”a gitmiş. O zamanlar tıpkı  ana karakteri Paul gibi 18 yaşlarındaymış. Savaştan 10 yıl sonra çıkardığı kitap, 1 yıl sonra da filme uyarlanmış. Çıktığı zaman çok büyük bir ün kazanan kitap bugün bile insanlar üstünde aynı büyük etkiyi bırakmaya devam ediyor.

Kitap 18 yaşlarındaki Paul’ün ağzından anlatılıyor. Paul ve sınıf arkadaşları öğretmenlerinin de gazıyla savaşa gitmeye karar veriyorlar. Gençliklerinin verdiği cesaret ve umursamazlıkla her şeyin harika gideceğine inanıyorlar, ta ki ilk bombardımana kadar. O andan sonra çocuklar hayatlarında ilk defa gerçekten korkunun ne olduğunu tadıyorlar, ilerleyen süreçte arkadaşlarını kaybediyorlar ve savaşın ve “ülkeleri için ölmenin” toplumun yücelttiği kadar güzel bir şey olmadığını fark ediyorlar. Bir süre sonra herkesin aklına tek bir soru oluşuyor: Neden savaşıyoruz? Askerler arasında bir merak konusu oluyor bu, çünkü hiçbiri savaşı istemiyor. Almanlar da Fransızlar da savaşı istemiyorsa o halde neden savaşıyorlar?

“Biri bundan menfaat sağlıyor olmalı.” diye düşünüyorlar. Siyasetçilerin hedefleri, fanatiklerin savaşa dair fikirleri içinde kimse cephede savaşanların başına ne geldiğini gerçekten umursamıyor ve kimse onların fikirlerini dikkate almıyor. Peki bugün hangimiz o zamanlarda o insanların yaşadığı tramvayı hayal edebiliyoruz? 20. Yüzyıl bir sürü şey açısından o kadar karanlık bir dönem olmuş ki, o insanların savaştan sonra normal hayatlarına dönüp dönemediklerini, savaşın onlar üzerinde bıraktığı etkiyi ne düşünüyoruz, ne de anlayabiliyoruz. Yazarın yapmaya çalıştığı da bu zaten. Bu hikaye bana bir kez daha savaşın aslında nasıl anlamsız ve canice bir şey olduğunu kanıtladı. Eğer savaş tarihine ilginiz varsa ve savaşı farklı bir açıdan görmek ilginizi çekiyorsa Batı Cephesinde Yeni Bir Şey yok yıllar boyu bile aynı kalan etkisiyle tamamen size göre bir hikaye.

“Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece.”

7 Mayıs 2019 Salı

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz


“Siz gene iyi kötü yaşıyorsunuz azbuçuk... Ben hiç yaşamıyorum, hepten yokum...”

Yaşar Yaşamaz’ın talihsiz hikayesini önce radyo oyunu olarak yazmış Aziz Nesin. Beklemediği bir şekilde o kadar beğenilmiş ki başarılı bir şekilde tiyatro oyununa çevirmiş Yaşar’ın hikayesini. Yoğun istek üzerine bir de senaryosunu yazmış ama çoğu tiyatrocudan olduğu gibi, sinemacılardan da telifini alamamış hikayenin. Bir haftalık gazetede çizgi romanı yayınlanmış, televizyon senaryosu yazılmış dizisi çekilmiş, en son da kitabı yazılmış okurların isteği üzerine.
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, okuduğum ilk Aziz Nesin kitabı olmamakla birlikte tıpkı birkaç yıl önce okuduğum “Şimdiki Çocuklar Harika” gibi okurken yer yer sizi gülümseten, yer yer sinirlerinizi bozan, yer yer de kahkahalara boğan bir hikayeydi. Aziz Nesin’in samimi havasını kitabın her yerinde hissedebiliyorsunuz.

Kitabın konusunu bilmeyenlerimiz için biraz özetleyeyim. Yaşar’ın kötü talihi okula yazılmak istediğinde başlıyor. Okula yazılmak için bir nüfus kağıdına ihtiyacı olan Yaşar babasıyla beraber nüfus müdürlüğüne gittiğinde memur onlara şu an 12 yaşında olan Yaşar’ın yıllar önce Çanakkale Savaşı’nda şehit düştüğünü, bu nedenle de ölü olan birine kimlik veremeyeceğini söylüyor.

“Okula gideceksem yaşamıyorum. Askere alacaklarsa yaşıyorum. Nüfus kağıdı istersem yaşamıyorum. Vergi alacaklarsa yaşıyorum. İş ararsam yaşamıyorum. Ceza keseceklerse yaşıyorum. Dava açarsam yaşamıyorum. Tımarhaneye kapatacaklarsa yaşıyorum. Evleneceksem yaşamıyorum. Ama şimdi bir casusla içli dışlı olduğum duyulursa yaşıyorsun der de asarlar.”

Yaşar ne yaparsa yapsın hayatta şansı bir türlü yoluna girmiyor. Bu kara bahtının sonucu hapishaneye düşen Yaşar’ın hikayesi, koğuş arkadaşları için gecelerin olmazsa olmazı oluyor. Herkes heyecanla bir sonraki geceyi bekliyor ki Yaşar Yaşamaz gelsin, başından geçenleri anlatmaya bir önceki gece kaldığı yerden devam etsin. Koğuş arkadaşlarının bazıları Yaşar’ın talihsizliğine yanıyor, kimi anlattığı hikayenin gerçekliğine inanmıyor ama iş Yaşar’ı dinlemeye geldiğinde hepsinin söylediği tek bir şey var: Kara Kaplı Nizami’ye gitseydin bunların hiçbiri olmazdı!

Kara Kaplı Nizami kim peki? Herkesin bildiği bu adamı neden tek tanımayan kişi Yaşar? Hikayenin sonunda öğreniyoruz ki Kara Kaplı Nizami aslında “birisi” değil. Kara Kaplı Nizami Bey aslında kanunları aldatabilen, kendi lehine kullanabilen herkes.

“Kara Kaplı Nizami Bey her yerde vardır, yeter ki sen onun dilinden anla.”

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz o kadar ilginç bir hikaye ki; sizi sinir krizlerinin kenarına sokması ve bunaltmasına rağmen yine de elinizden bırakamıyorsunuz. 12 yaşındaki çocuğa sen Çanakkale’de şehit olmuşsun diyen memurdan aradığınız kişiyi hiçbir şekilde bulamadığınız devlet dairelerine, askerlik yapmamışsın diye askere alıp sonra “Ölüsün sen, nüfus kağıdın yok. Nasıl gitmen için belge verelim?” diyen askerlere kadar hayatın absürt yanlarıyla biraz abartarak dalga geçmiş Aziz Nesin. 

Okurken öyle garip bir şekilde bağlanıyorsunuz ki hikayeye, siz bile “Bu suyu odanın ortasına döksem odayı ıslatır mı?” sorusuna “Islatmaz ulan!” diye bağırmak istiyorsunuz Yaşar’la birlikte. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz 7’den 70’e herkesin beğeneceği, herkesi güldürebilecek bir hikaye. Eğer bir kitapçıda rastlarsanız hiç düşünmeyip alın kitabı. Yaşar’ın talihsiz hikayesini bir de siz dinleyin o hapishane koğuşunda.

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Karanlık Çağ: 2. Bölüm


Aaron çanların çalmaya başladığını duyduğunda kuytu bir sokakta eline geçirdiği ganimetleri sayıyordu. Başını kaldırıp pazara baktı. Muhafızlar geliyordu, demek ki birileri Aaron’ın ceplere girip çıkan ellerini fark etmişti. Elindekileri keseye tıkıp kesenin ağzını kapattı ve koşarak sokaktan çıktı. Seçeneklerini gözden geçirdi: Yeniden bir ara sokağa girip koşmaya devam edebilir ya da pazarın içine karışıp muhafızların onu fark etmemesini umabilirdi. Eğer koşmaya devam ederse ara sokakta kolayca dikkat çekip muhafızlara yakalanabilirdi. Anlık bir tereddütle pazara doğru koşmaya başladı. 

Arkasından gelen muhafızların bağırışlarını ve çaldıkları çanları duyabiliyordu. İnsanlara çarparak koşuyor, muhafızlara izini kaybettirmeye çalışıyordu. İnsanları yararak ilerlemesi sadece durumu kötüleştiriyordu çünkü Aaron geçtiği yolda muhafızların dikkatini çeken bir kaos yaratıyordu. Bir çıkış yolu ararken gözleri tezgahlardan birinde duran kibrit kutusuna takıldı. Aaron insanlara ya da çevreye zarar vermeyi sevmezi ama bazı durumlarda istisna yapması gerekebiliyordu. Kibrit kutusunu kaptığı gibi içinden bir tane kibrit çıkardı ve kibriti yaktı. Koşmaya devam ederken yaktığı kibriti en yakınındaki tezgaha fırlattı. Kıvılcımlar tezgahın destek aldığı samanların üzerine düştü. Ateş yavaş yavaş ilerleyerek tezgahtaki örtüyü tutuşturdu. Aaron, yangını fark eden insanların panik çığlıkları arasında koşmaya devam etti ve izini kaybettirmeye yetecek kadar dikkat dağıttığını umdu. Önündeki insanlar hızlı ilerlemesini engelliyordu yani daha kolay ilerleyebilmek için kaosu yayıp yolu temizlemesi gerekiyordu. İşine yarayacağını umarak bütün gücüyle,

“Yangın var!” diye bağırdı. Önündeki adam panikle etrafına bakınıp neler olduğunu anlamaya çalıştı ve birkaç metre ilerideki alev almış tezgahı gördü. Aaron’a destek olarak panikle avazı çıktığı kadar “Yangın var!” diye bağırdı. Yangın haberi yayıldıkça pazar yeri hareketlendi. Bu hareketlilik muhafızların Arron’a odaklanmasını engelliyordu. Bundan yararlanarak kendini en yakındaki ara sokağa attı ve sokak boyu koştuktan sonra soluklanmak için durdu. Kesesinin yerinde olup olmadığını kontrol etmek için cebini yoklarken bir el sertçe omzundan çekerek Aaron’ı yere yıktı. 
Muhafızlardan biri Aaron’ın ufak yangın numarasına kanmamıştı. Başında dikilen ve neredeyse kendisinin iki katı olan adama bakarken içini korku kapladı. Muhafız, ayağa kalkmasını engellemek için Aaron’ın pelerinine bastı.

“Ceplerini boşalt.” dedi tehditkar bir ses tonuyla. Aaron kaçmak için bir yolu olmadığını anlayınca titreyerek cebindeki keseyi çıkardı ve yavaşça yere bıraktı. Adam dikkatli bir şekilde keseyi yerden aldı.

“Bu kadar mı?”

Aaron evet anlamında başını salladı ve o anda adam kafasına sert bir tekme attı. Aaron sendeleyerek geriye düştü.

“Bu kadar mı?” diye tekrarladı muhafız.

“Hepsi bu… yemin ederim!”

Muhafız keseyi alıp içindeki çalıntı malzemeleri inceledi: bileklikler, kolyeler, saatler, altınlar… Kesede gördüklerinden tatmin olmuş bir şekilde ağzını kapattı ve Aaron’a bir tekme daha attı. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi elindeki keseyi sallayarak Pazar yerine döndü. Aaron, yediği dayağın acısıyla inlerken günün zararını nasıl karşılayacağını düşünüyordu; çünkü şimdilik paçayı sıyırmış olsa da bunun daha sonra başını belaya sokacağını biliyordu.


30 Nisan 2019 Salı

Bülbül'ü Öldürmek



“Yalnızca tek bir tür insan varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar?”

Dünya edebiyatında büyük bir iz bırakmış olan Bülbülü Öldürmek’i hemen hemen hepimiz duymuşuzdur. Kitabın bu kadar bilinmesinin sebeplerinden biri de Harper Lee’nin neredeyse tek romanı olması. Harper Lee 2015 yılına kadar yayınlamadığı kitabı olan Tesbih Ağacının Gölgesinde’yi Bülbül’ü Öldürmek’ten önce yazdığı halde 55 yıl sonra yayınlamaya karar vermiş. Bülbül’ü
Öldürmek her ne kadar Tesbih Ağacının Gölgesinde’nden sonra yazılmış olsa da kronolojik olarak diğer kitaptan 20 yıl önce geçiyor. Sahip olduğu bu büyük ünü yüzünden, başlarken çok daha farklı şeyler beklediğim bir kitaptı. Kafamda büyüttüğümün aksine Bülbülü Öldürmek, Amerika’nın güneyindeki Maycomb adında ufak bir kasabada yaşayan “Scout” adındaki bir kızın küçüklüğünü anlatıyor.

Hayatındaki otorite figürlerinin ne kadar sinirlerine dokunsa da Scout 40’lı yıllarda normal bir kız çocuğu gibi değil. Abisi Jem’in, komşusu Dill’in etkisi ve babası Atticus’un çoğu diğer yetişkin gibi baskıcı biri olmaması Scout’a hayatını istediği şekilde yönlendirmek konusunda bir özgürlük sağlamış. Bu sayede kendini korumayı da öğrenen Scout sinirlerini kontrol etmekte zorlandığı için çoğu zaman kavgalara karışıp başına da bela alıyor. 6 yaşındaki bir kız için baya renkli bir hayatı var diyebiliriz.

“Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği.”

Hikaye bir noktaya kadar çok sakin geçiyor ve ilk defa okula giden Scout’un büyümesini anlatıyor. Abisi Jem ve komşuları Dill’le sokağın karşısında oturan Arthur “Öcü” Radley’e ettikleri işkencelerden, ağaç kovuğunda buldukları gizemli hediyelerden, örtüsünün altında sakladığı tabancasıyla korkutucu ve sinir bozucu Bayan Dubose’a kadar bütün kasabayı tanıyorsunuz ve herkesin hikayelerini öğreniyorsunuz. Bu sırada, avukat olan babası Atticus’a çok zorlu bir dava veriliyor. Yargıç Taylor, Atticus’a Mayella ve Bob Ewell’ın suçlamalarına karşı bir zenci olan Tom Robinson’ın savunmasını veriyor. 40’lı yıllarda Amerika’nın güneyindeki ufak bir kasabada yaşayan sıradan bir adam için, Atticus’un insanlara bakış açısı çok farklı. Jem ve  Scout’u her şeyin en doğrusuna göre büyütmeye çalışan Atticus için insanlar siyahlar ve beyazlar olarak ayrılmıyor, herkes birbiriyle aynı değere sahip. Bu bakış açısı ve aldığı yeni dava yüzünden insanlar Atticus’un “zenci hayranı” olduğunu söyleyerek karalamaya çalışıyor. Atticus bu konuyu kendisi için önemsemese de Scout ve Jem’i etkilemesinden korkuyor. Yaklaşık 2,5 yıl boyunca bekletilen dava günü gelip çattığında, Tom Robinson’ın davası bütün kasabanın ilgi odağı oluyor. Herkes davayı Bob Ewell’ın kazanacağını bilse de Atticus temiz kalbi ve zekasıyla jüriyi ikileme sokmayı başarıyor.

                Kitabı elime ilk aldığımda en çok merak ettiğim şey adını nereden aldığıydı. Kitabın bir noktasında Scout ve Jem’e Noel hediyesi olarak birer tüfek geliyor ve Atticus onlara teneke kutulara ateş etmelerini tercih ettiğini, bülbülü öldürmenin günah olduğunu söylüyor. Bu mecaz ilk kez burada karşımıza çıkıyor ve sizi düşündürüyor. Çünkü Atticus’un bülbülü öldürmenin günah olduğunu söylemesinin sebebi bülbüllerin güzel şarkılar söyleyip günü güzelleştirmekten başka bir şey yapmadığını, bize bir zararları dokunmadığını söylüyor. O halde bülbül kimi temsil ediyor? Bülbül hikaye boyunca masumları, haksızlığa uğrayanları temsil ediyor. Tom Robinson’ı, Arthur Radley’i temsil ediyor. Bütün kasabanın hakkında uydurduğu asılsız söylentilere ve kendi kafalarında kurdukları kötü şöhretine karşı Arthur Radley temiz kalpli bir adam olduğunu kanıtlıyor.

“Bu bülbülü öldürmek gibi bir şey olurdu, öyle değil mi?” diyor Scout masum bir adamın iyi niyetle yaptığı bir hareketten ceza çekmesini düşünürken.

“Sonra onun peşine düştüler, asla yakalayamadılar çünkü onun neye benzediğini bilmiyorlardı ve Atticus, sonunda onu gördükleri zaman anladılar ki aslında o şeylerin hiçbirini o yapmamıştı… Atticus, o gerçekten iyi bir çocuktu…”

Maycomb’daki çoğu insanın, dedikoducu Bayan Stephanie Crawford gibilerinin aksine Atticus bir insanı yargılayabilmek için önce onu anlamak gerektiğini; bunun için de olaylara ve hayata onun gözlerinden bakmak gerektiğini söylüyor sürekli. Sonunda Radleylerin avlusunda dikilen Scout, Atticus’un bu öğretisinin gerçekten ne anlama geldiğini anlıyor. Kitapta olan onca güzel sahneye rağmen Scout’ın bu aydınlanma anı benim için kitabın en güzel sahnesiydi. Yaşanan onca şeyden sonra kitabın sonunda gözlerinizi dolduran bir an bu aydınlanma anı.

Bülbülü Öldürmek’in verdiği bir mesaj varsa bence bu insanların gerçekten de aynı ama farklı olduğu. Hepimiz insanız; hepimizin duyguları, düşünceleri, istekleri var. Bizi farklı yapan şeyler derimizin rengi, doğduğumuz ırk gibi şeyler değil. Bizi birbirimizden ayıran şey hayatımızı nasıl şekillendirdiğimiz ve nasıl bir insan olduğumuz. Kendi çıkarımız için herkesi hor gören saksağanlar mı olacağız, yoksa iyi kalpli bülbüller mi?

“İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.”


21 Nisan 2019 Pazar

Netflix'in Bilinmeyen İncisi: The OA




Çağın gereği neredeyse hepimiz internet üzerindeki bir platformdan dizi veya film izlemişizdir. Kimileri korsan siteleri, kimileri de Netflix ya da Amazon gibi kendi içeriklerini üreten platformları kullanmıştır. Bugün normal temamızdan uzaklaşıp Netflix’in orijinal içeriklerinden biri olan, buna rağmen çok da bilinmeyen “the OA” adlı diziden bahsetmek istedim.

                The OA birçok yönüyle ilginç bir dizi. Bu ilginçliklerin en temelinden başlarsak dizinin başrol oyuncusu olan ve Prairie Johnson/OA karakterini canlandıran Brit Marling, dizinin hem senaristi hem de yönetmeni görevini üstleniyor. Şaşırtıcı bir şekilde birbirinden ayrı üç görevi birden çok iyi bir şekilde yerine getiriyor.

 Dizinin hikayesi yavaş yavaş ilerliyor, yani aksiyon severler için mükemmel dizi denemez. Ama ilk baştaki kafa karışıklığınıza aldırmayıp yavaşça hikayenin içine girmeye başladığınızda çok ilginç bir bilim kurgu hikayesiyle karşılaşıyorsunuz. Uzay gemilerinde verilen savaşlar ya da dünyayı istila eden uzaylılardan çok daha farklı bir bilim kurgu çeşidi karşılıyor sizi: Ölümden sonraki yaşam ve çoklu-evren teorisi. Hikaye Brit Marling’in canlandırdığı Prairie Johnson karakteri etrafında dönüyor, ya da dizide çoğu karakterin kullandığı adıyla OA’in.

Yaklaşık 7 yıl önce kaybolan ve çocukluğundan beri kör olan Prarie, evine birden geri döndüğünde gözleri de görüyor.  Hikayesini polise anlatmasa da kendisine inanacağını ve yardım edeceğini düşündüğü bir grupla paylaşmaya karar veriyor. İnternete yüklediği videoyu görüp gelen ve her gece onunla terk edilmiş bir evde buluşan bir grup çocuk ve bir öğretmen Praire’ye arkadaşlarını ve aşık olduğu adamı kurtarması için yardım etmeye karar veriyor.

OA nasıl hikayenin kilit noktası olan bir karakterse Doktor Hunter Aloysius Percy ya da bizim tanıdığımız şekilde “Hap” de hikaye için bir o kadar önemli bir karakter. Jason Isaacs’in canlandırdığı Hap karakteri ölüme-yakın-deneyimler ve ölümden sonraki yaşamla ilgili takıntılı hale gelmiş bir bilim adamı. Hap bu takıntısı ve merakını gidermek için her şeyi göze almış durumda ve daha önce ölüme-yakın-deneyim yaşamış olan insanları kaçırıp üstlerinde deney yapmaktan da sakınmıyor. Şu anlık iki sezonu olan dizinin ilk sezonunda ölüme-yakın-deneyim yaşayan karakterlerin ÖYD’lerinde gittikleri ve gördükleri yerlerin nereler olduğunu çözmeye çalışan Hap, 2. Sezonda karşımıza çoklu-evren teorisiyle çıkıyor. Bu teoriye göre hepimizin birden fazla dünyada birden fazla versiyonu var ve kendimizin diğer hallerine geçmemizin bir ihtimali var.

 Bütün karakterleri ve hikayesiyle beni kendisine bağlayan dizinin aynı zamanda ilk sezonunun sonu da sizi her an 2. Sezondan bir haberle ilgili tetikte bekletecek bir sondu. Brit Marling’in hikayenin mükemmel olmasını istediği için 2. Sezon üstünde tam olarak 3 yıl çalışması da dizinin sevenlerinin bekleyişine pek yardımcı olmasa da tamamen o 3 yıla değecek bir 2. Sezon çıkartmışlar karşımıza. Aynı anda yansıttığı 3 farklı hikaye ve yine şok edici bir sonla The OA izlerken en çok zevk aldığım dizilerden bir tanesi oldu. Bilim kurgunun her türlüsüne açığım diyebilecek biriyseniz ve koşuşturmaca dolu bir aksiyon bağımlısı değilseniz, Netflix’in çok bilinmeyen incilerinden The OA kesinlikle izlerken zevk alacağınız bir dizi.

14 Nisan 2019 Pazar

Karanlık Çağ- Giriş, 2. Kısım


                Aaron oturduğu ağacın tepesinden pazar yerindeki kalabalığı süzdü. Şanslı günündeydi. Ne kadar çok insan o kadar az dikkat demekti, bir o kadar da ganimet. Pelerinini örtüp oturduğu daldan aşağı atladı. Dikkat çekmemeye çalışarak pazar yerine karıştı.
İşte başlıyoruz.
İnsanlar pazarcılarla kavga etmek ve birbirlerine çarpmamaya çalışmakla o kadar meşguldü ki kimse Aaron’ın ceplerine girip çıkan ve ne var ne yok her şeyi alan ellerini fark etmiyordu. Ayakları dans eder gibi hareket ediyor ve elleri cepten cebe, tezgâhtan tezgâha dolaşıyordu. Bu onun olayıydı. Hayatı boyunca insanlar onu görmezden gelmişti, bu da Aaron’a harika bir hırsız olabilmek için ihtiyacı olan her şeyi vermişti. İnsanlar onu görmüyor, görmek istemiyordu. Hayatın boyunca insanlar onun hakkında hep aynı şeyleri düşünmüştü:
    Fırıncının işe yaramaz oğlu geliyor! Bu defa nelere bulaştı acaba? Bana kalsa en başından evime almazdım. Hiçbir şeyi başarabildiği yok, yemek verdikleri için bile şükretmesi gerek!
Ama Aaron zamanla bunlara kulak asmamayı öğrenmişti. Çünkü başkalarının sözleri ona yalnızca zarar veriyor, onu olmadığı birine dönüştürüyordu, değersiz birine. Ama Aaron bu değildi, hiçbir zaman değersiz ya da önemsiz olmamıştı ve insanların bunu elinden almasına izin vermeye hiç niyeti yoktu. Bir ara sokağa çıkıp topladıklarına baktı ve gülümsedi.
“Bugün şanslı günümdeyim…”

*                                                    *                                                            *
              
          Evin içinden gelen kırılan cam sesini duyduğunda içeri geri dönmek için içinde büyük bir dürtü oluştu. Ama bunun yerine kardeşini kendine çekip sarıldı. Sonra geri çekilip yüzüne baktı.
“Gidip diğer çocuklarla oynamak ister misin?”
Rosie kendini bildi bileli böyle olurdu. Babası içip kendini kaybeder ve annesi de Rosie ve kardeşini babalarının kustuğu nefretten korumaya çalışırdı. İşin sonu genelde pek iyi bitmezdi. Babaları bütün öfkesini annelerinden çıkartırdı. Rosie’nin annesi gibi bir şifacı olmasının sebebi de buydu. Annesine yardım etmek için yapabileceği tek şey bir şifacı olmak ve kardeşini elinden geldiğince korumaktı. O da bunu yapıyordu. Jane’i evden uzaklaştırıp arkadaşlarının yanına götürdüğünde en azından üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini düşünüyordu, ama içinden daha yüksek bir ses annesinin yanına dönüp yardım etmesi gerektiğini söylüyordu. Geri dönerse ne olabileceğini düşündü. Annesini koruyabilse bile kendisini babasından koruyamazdı. Kardeşini de yalnız bırakmış olurdu. Aklında canlanan korkunç sahneleri gözünün önünden silmek için başını iki yana salladı ve arkadaşlarının yanında oynayan Jane’e baktı.
En azından birimiz mutlu, diye düşündü. Kardeşini arkadaşlarıyla beraber izlemek hoşuna gidiyordu. Rosie’nin çok fazla arkadaşı yoktu. Kendi yaşındakilerle pek anlaşamazdı, ama kardeşi yanında olduğu sürece başka birine de ihtiyaç duyduğu söylenemezdi. Birbirlerini mutlu ediyor ve birbirlerini tamamlıyorlardı. Mükemmel ekip.

*                                         *                                                     *

Sağ. Sol. Geriye. Yana. Başını koru!
Osias başına yediği darbenin etkisinden çıkmaya çalışırken kulaklarında bunlar çınlıyordu. Darbenin etkisiyle yere düşmüştü ve kılıcı da birkaç metre uzağa fırlamıştı. Miğferini çıkarıp kenara fırlattı ve başında dikilen abisine baktı.
“Çok yavaşsın.”
Abisinin uzattığı eli görmezden gelerek ayağa kalktı. Kılıcı ve miğferini yerden alıp dövüşmeye hazır bir şekilde abisine baktı.
“Hile yaptın.”
“Yapmadım, sen yavaşsın.”
“Tekrar yapalım.” dedi Osias. Abisine yenilmekten nefret etmesine rağmen bunu engelleyemiyordu. Her konuda onun arkasında kalıyordu.
“Bir dahakine Ozzy. Bugünlük bu kadar.”
Ozzy. Bu lakaptan nefret ediyordu. Ozzy. Ona sadece babası ve abisi için ne kadar kolay lokma olduğunu hatırlatıyordu. En kötü yanı verebileceği bir karşılık yoktu. Onlara kıyasla Osias hiçbir şeydi. Abisinin gidişini izlerken sinirli bir şekilde kılıcını yere sapladı.
“Bir gün… beni hafife aldığına pişman olacaksın.” diye mırıldandı kendi kendine. Kılıcını yerden alırken babasının hayal kırıklığı dolu bakışlarını üzerine hissetti. Her zamanki gibi.
Yavaş.
Zayıf.
Yetersiz.
Korkak.
Herkesin ikinci tercihi.
Sanki zihnindeki seslerin susmasını engelleyecekmiş gibi kendini odasına atıp kapıyı kapattı.

*                                                            *                                                            *

Başının arkasına yediği darbe bir anlığına gözlerini kararttı. Dikkatini toplamaya çalışırken aldığı başka bir darbe de dengesini bozdu ve birkaç saniye içinde kendini çamurun içinde buldu. Dişlerini sıktı, durumu bir şekilde kendi lehine çevirmesi gerekiyordu. Ani bir dönüşle kafasına yemek üzere olduğu tekmeyi engelledi. Rakibi ona nefeslenmesi için birkaç saniye vermişti. Bu büyük bir hataydı, tecrübesiz birisinin yapacağı türden bir hata. Bir acemiyle uğraşıyordu. Duraksamasından yararlanıp ayağını çocuğun ayağına kenetledi, kendine doğru çekti ve onu yere devirdi. Zaman kaybetmeden ayağa fırladı. Vahşice sırıttı, üstünlüğü kazanmıştı; rakibinin yüzündeki panik ifadesi de cabasıydı. Karşı koymayacaksa devam etmenin bir anlamı yoktu. Rakibini bıraktı ve onları izleyenlere döndü,
“Bana gerçekten dövüşmesini bilen birini gönderin.”

9 Nisan 2019 Salı

Saksı Olmanın Faydaları


“Sen hiç böyle hissettin mi bilmiyorum. Binlerce yıl uyumak istiyormuşsun gibi. Ya da yalnızca var olmamak. Ya da var olduğunun farkında olmamak. “

“Saksı” teriminin anlamını bilmiyorsanız kitabın adı size bir şey ifade etmeyebilir. Bu kitaba kadar daha önce hiç saksı kelimesinin bildiğimizden farklı bir anlamı olacağını düşünmemiştim. Kitabın orijinal dilinden geçen bir deyim olduğunu sanıyordum ki önceki nesiller tarafından bizim ülkemizde de kullanıldığını öğrendim. “Saksı” kelimesi fazla içine kapanık olup neredeyse hiçbir şeye katılmayan, sadece gözlem yapan insanlar için kullanılıyor. Kitabın ana karakteri ve anlatıcısı olan Charlie de bir saksı.
           
        Kitap Charlie’nin kim olduğunu bilmediğiniz bir kişiye yazdığı mektuplardan oluşuyor. Her bölüme “Sevgili Arkadaşım,” diyerek giren ve “Daima Sevgiler, Charlie.” diyerek bitiren Charlie kitap boyunca size içini döküyor. Başka kimseyle paylaşamadığı için yaşadığı şeyleri size anlatıyor. Ama her ne kadar mektuplaşıyor olsanız bile Charlie için gizlilik önemli. Gerçekte kim olduğunu, ya da size anlattığı insanların kim olduklarını bilmemeniz için anlamanızı sağlayabileceğini düşündüğü şeylerin isimlerini değiştiriyor.

“Lütfen bunu bana söyleyen kişinin kim olduğunu bulmaya çalışma. Çünkü onu bulursan benim kim olduğumu da anlayabilirsin ki bunu yapmanı gerçekten istemiyorum. Beni bulmanı istemediğimden insanlardan başka isimler ya da ilaç adlarıyla bahsedeceğim. Yine aynı nedenden dolayı bana cevap yazman için bir adres de belirtmiyorum. Bunda kötü bir niyetim yok. Sahiden.”

Ortaokulun bitişinde en yakın arkadaşı intihar eden Charlie, liseye başlarken tamamen yalnız kalmaktan korkuyor. İlk günlerini tahmin ettiği gibi yalnız geçiren Charlie bir futbol maçında Patrick ve Sam adındaki iki üvey kardeşle tanışıyor ve lisedeki ilk arkadaşlarını ediniyor. Charlie’nin aksine Patrick ve Sam son sınıftalar ve yılın sonunda mezun olacaklar.

“Sam ve Patrick bana baktı. Ben de onlara baktım. Sanırım biliyorlardı. Belirli bir şeyi değil. Sadece biliyorlardı işte. Bence bir arkadaştan tüm isteyebileceğiniz budur.”

Yeni ve harika arkadaşlar edinmiş olmanın yanı sıra, Charlie Sam’i gördüğü andan itibaren ondan hoşlanmaya başlıyor. Tanıştığı en güzel kız olduğunu düşündüğü Sam Charlie’nin rüyalarına bile giriyor. Sam’in kendisine de bunları söylemiş olsa da herhangi bir şeyin imkansız olduğunun farkında çünkü Sam Charlie’den 4 yaş büyük ve bir sevgilisi var. Yine de Patrick ve Sam’in sıra dışı arkadaş grubuna dahil olmak bile Charlie için yeterli. Mary Elizabeth’in başında olduğu kendi dergilerinden tutun Rocky Horror Picture Show’un tiyatro kadrosunda olmalarına kadar bir sürü ilginç yönleri olan bir arkadaş grubu bu. Charlie’ye hayatın daha önce hiç görmediği bir yönünü gösteriyorlar ve “katılmasını” sağlıyorlar.

“Bu sessizlikte kimseye anlatmadığım bir anı düşündüm. Yürüdüğümüz zamanı. Üçümüzün. Ben ortadaydım. Nereye ya da nereden yürüyorduk, hatırlamıyorum. Mevsimi bile hatırlamıyorum. Yalnızca onların arasında yürüyüp sonunda bir yere ait hissettiğimi hatırlıyorum.”

Saksı Olmanın Faydaları’yla ilgili ilginç olan şeylerden biri de siz kitabın ne kadar mükemmel ilerlediğini düşünürken bir anda karakterlerin karanlık geçmişleriyle karşılaşıyorsunuz. Yazımın bu kısmından sonrası okumayanlar için biraz spoiler içerebilir. Kitap ilerledikçe karakterlerin küçük sırlarıyla tanışıyoruz. Patrick’in korkusundan kimseye bahsedemediği erkek arkadaşı, Sam’in babasının patronuyla olan ilk öpücüğü, Charlie’nin ablasının şiddet eğilimli sevgilisi ve Charlie’nin Helen Teyzesi.

Helen Teyze kitabın birçok yerinde bahsi geçen bir kişilik. Bildiğimiz kadarıyla yıllar önce Charlie’nin doğum gününde bir araba kazasında ölüyor. Bu da Charlie’nin doğum günlerini sevmemesine ve ne zaman doğum günü gelse kötüleşmesine sebep oluyor. Helen Teyze ona hediye almaya giderken araba kazası geçirdiği için Charlie çok uzun bir zaman boyunca teyzesinin ölümünde kendini suçluyor. Bir süreliğine teyzesini düşündüğünde kötüleşmesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyoruz ama sonra her şeyin bundan itibaren olmadığını öğreniyoruz.

“Helen Teyzeme hoşça kal diyecektim ki ağlamaya başladım. İçten bir ağlamaydı bu. Genelde olduğu gibi panik içinde bir türden değil. Sonra Helen Teyzeme yalnızca önemli şeyler için ağlamaya söz verdim. Çünkü bu kadar çok ağlamanın, Helen Teyze için ağlamanın değerini azaltmasını düşünmekten nefret ettim.”

Diğer bütün karakterlerin hayatında karanlık bir nokta olduğu gibi Helen Teyze de Charlie’nin hayatının karanlık noktası. Ölümü için kendini suçlamasının yanı sıra Helen Teyze Charlie’de onun farkında olmadığı bazı etkiler bırakmış. Beyni anılarını bastırmayı seçtiği için yaşadığı tramvatik olayı hatırlamasa da bu tramvanın etkileri Charlie’nin hayatına içgüdüler şeklinde yansımış. Bir noktada anılarını hatırlayan Charlie, kendi yaşadığı ve etrafındaki insanların yaşadığı kötü şeyler için birilerini suçlamanın anlamsız olduğunu düşünüyor. Çünkü birilerini suçlamak yaşanmış şeyleri değiştirmeyecek.

“Nereden geldiğimizi seçemeyiz ama nereye gidebileceğimizi seçebiliriz.”

Charlie ne kadar kötü bir durumda olursa olsun Sam ve Patrick’le arkadaş olmak hayatına yeni bir sayfa açmasına ve daha iyiye gitmesine yardımcı oluyor. Sam’in, Patrick’in, Mary Elizabeth’in ve bütün arkadaşlarının yıl sonunda mezun olacağını bilse de önemli olanın elindeki zamanın tadını çıkarmak olduğuna karar veriyor.

“Bunların hepsinin bir gün hikaye olacağını biliyorum. Fotoğraflarımız mazi olacak ve hepimiz birilerinin anne babası olacağız ama simdi bunlar hikaye değil, yaşanıyor. İşte buradayım ve ona bakıyorum. Çok güzel görünüyor. Görebiliyorum. kendinin üzücü bir hikaye olmadığını bildiğin an bu. Hayattasın.”

Kitap 90’larda yazıldığı için o dönemlerde ünlü olan bir sürü şarkı da geçiyor kitabın içinde. Sadece şarkılar değil kitaplar, filmler, televizyon programlarına da göndermeler yapılıyor. Bülbül’ü Öldürmek, Muhteşem Gatsby ve Sineklerin Tanrısı gibi bir sürü klasik kitabın da bahsi geçiyor. Charlie size sürekli favori şarkılarından bahsediyor çünkü Charlie için şarkılar büyük bir önem taşıyor. Hatta şu an bu yazıyı yazarken Charlie’nin en sevdiği şarkı olan “Asleep”i dinlediğimi de belirtmeliyim.

“Şarkıları kaç kişinin sevdiğini düşündüm. Kaç kişinin bu şarkılar yüzünden kötü zamanlar geçirdiğini. Kaç kişinin bu şarkılarla güzel zamanlar geçirdiğini. Bu şarkıların ne kadar çok anlam içerdiğini. Bu şarkılardan birini yazmak harika olurdu. Onlardan birini yazmış olsam çok gururlanırdım. Umarım bu şarkıları yazan insanlar mutludur. Umarım bunun yeterli olduğunu hissediyorlardır. Bunu dinle, bunu tüm içtenliğimle istiyorum; çünkü beni mutlu ettiler ki ben yalnızca bir kişiyim.”

90’larda yazılan kitabın aynı zamanda 2010’lu yıllarda çekilen bir filmi var. Çoğu kitap uyarlamasına göre bu film çekilirken çok iyi bir iş çıkarılmış bence. Kitapla pek bir farkları yok, bunun yanı sıra oyuncu kadrosu seçilebilecek en iyi oyunculardan oluşuyor. Charlie’yi Logan Lerman, Sam’i Emma Watson, Patrick’i de Ezra Miller canlandırıyor ve oyuncular karakterleriyle çok uyumlu. Kitabı gibi filmin kendisi de harika müziklere sahip. Hele duygusal biriyseniz, filmin final sahnesinde birkaç damla göz yaşının yanağınızdan süzüleceğini garanti edebilirim.


“O anda yemin ederim sonsuzduk.”

1 Nisan 2019 Pazartesi

Kızıl Yükseliş - Alternatif Son

Bu yazım edebiyat dersinde yaptığımız yazma çalışmasının bir ürünü. Yaptığımız çalışmanın amacı bir romanı alıp sonunu tekrardan uyarlamaktı. Seçtiğim kitap size daha önce de bahsettiğim Kızıl Yükseliş. Size kafa karışıklığı yaratmamak için hikayeye geçmeden önce bazı kavramların anlamlarını veriyorum:

Darrow au Andromedus/Marslı Azrail: Mars Hanesinin Primusu, Kızıl, bakış açısından gördüğümüz karakter.

Virgina au Augustus/Kısrak: Altın, BaşValinin kızı, Minerva Hanesinin Primusu, Çakal'ın ikiz kardeşi.

Adrius au Augustus/Çakal: Altın, BaşValinin oğlu, Plüton Hanesinin Primusu, Kısrak'ın ikiz kardeşi.

Sevro au Barca: Altın, Uluyanların lideri, Darrow'un sağ kolu, "Goblin"

Uluyanlar: Darrow ve Sevro'nun emrindeki elit savaşçı grubu.

Jilet: İstediğiniz şekli almasını sağlayabildiğiniz esnek ama etkili bir silah.

                           *                                    *                                         *


“Kısrak Çakal’ın kardeşi.”
Bu üç kelime zihnimin içinde yankılanıyordu. “Kısrak Çakal’ın kardeşi.”  Kendimi Kısrak’a güvenebileceğime inandırmaya çalışıyordum. Bütün bir kışı beraber geçirmiştik, birbirimizi hayatta tutmuştuk. Oyunu beraber kazanmış, paradigmayı beraber değiştirmiştik. Onların kurallarına uymamız gerekmediğini beraber kanıtlamıştık, hatta Eo’ya ihanet etmenin acısına rağmen bir parçam ona bağlanmıştı. Kalbini ölen aşkına kaptırdığı için kendini diğer insanlara açamayan o asil şövalye olmak isterdim; ama değildim işte. Virgina’ya güvenmiştim. Çakal’ın kardeşi olduğundan neden bahsetmemişti? Pax’ın öldüğü akşam odaya girdiğinde Çakal’ı tanımasına rağmen bana hiçbir şey söylememişti. Ve ben az önce onu adamlarımın yarısıyla beraber Olimpos’un cephanesinin çoğunu eline vererek kardeşine göndermiştim. Aptalın tekiydim. Şimdi dağı elimden almak için kardeşiyle geliyordu ve onu durduracak gücüm yoktu. Oyunu kazanmak için beni kullanmıştı, ben de umursadığım tek şey kazanmak olduğu için bunu görememiştim.
“Darrow?” Sevro’nun endişeli sesi düşüncelerimden sıyrılıp gerçekliğe dönmemi sağlamıştı. Tepenin arkasındaki bir şeyi işaret ediyordu: Bir orduyu. Olimpos’lu gözetmenlerin elinden aldığımız en acımasız silahlarla kuşanmış bir ordu. Başlarında da BaşValinin çocukları Virgina ve Adrius au Augustus. Kısrak ve Çakal. Çakal Cassius’a Julian’ı benim öldürdüğümü söyleyip beni hanemden etmişti; Primusluğumu almıştı, arkadaşlarımı öldürmüştü. Çünkü onun gözünde bir tehdittim. Kısrak’sa sadece beni kullanabilmek ve daha sonrasında yıkmak için güvenimi kazanmıştı. Babalarının karımı benden alması gibi bu iki kardeş de zaferimi ve karımın hayalini elimden almıştı. İyi kalpli Virginia kazanmak için çocukluk arkadaşı Pax’ın ölümüne göz yummuştu. Eski bir atasözü armut dibine düşer demiş. Demek ki Kısrak da babası Nero au Augustus gibi insanları kandırarak güç için her şeyi yapabiliyordu.
                Şimdi daha da yaklaşmış olan orduya bakıp Apollon’dan aldığım jiletimi sıkıca kavradım. “Uluyanlar!” diye kükredim, “Kısrak bize ihanet etti ve şu an kendisi ve kardeşi Çakal’a bağlı olan ordusuyla buraya geliyor. Sayıları bizden fazla olabilir ama ne olursa olsun burayı koruyacağız. Unutmayın, biz Uluyanlarız ve bugün daha önce Altın tarihinde gerçekleştirilmemiş bir şeyi başardık. Daha önce hiçbir Enstitü’de kimse gözetmenleri deviremedi. Biz çağımızın en iyileriyiz. Zaferimizi BaşValinin çocuklarına bırakmayacağız.” Sonrasında başımı geriye attım ve çılgınca uludum. Arkamdan gelen sesler giderek arttı ve sesimiz bir kurt sürüsü gibi Olimpos’u inletti. Ben Azrail’dim ve savaşmadan gitmeyecektim. Ares’in Oğulları beni buraya yollarken bunun bir intihar görevi olduğunu söylemişti. Bu kadar ileri gelmişken pes edemezdim. Şimdi sadece birkaç metre ileride olan Kısrak’a baktım.
“Onca şeyden sonra mı?” diye sordum.
“Kardeşimin yerine seni tercih edeceğimi mi düşünmüştün?” Altın sarısı gözlerinde tüyler ürpertici bir soğukluk vardı. Tanıdığım Virginia’ya bakmıyordum, yeni bir dünyaya olan inancıyla o Kızıl kızın şarkısını söyleyen Virginia değildi bu.
“Yeni bir dünyaya inandığını sanmıştım.”
“Seni inandırmak için ne gerekirse onu yaptım.” İçimde bir şeylerin sızladığını hissettim. Tıpkı Cassius gibi Kısrak da bana ihanet etmişti. Güvenimi kullanmıştı. Peki ya cidden ihanet edilen ben miydim? Bu konuda sızlanmaya hakkım var mıydı? Cassius bana kardeşim demişti, bense onun kardeşini öldürmüştüm. Kısrak hayatımı kurtarmıştı, Sevro ve Uluyanlar sadakatlerini bana sunmuştu, Lea ve Roque onları kurtarmam için bana güvenmişti; benimse başından beri tek amacım onların üzerinde yükselip dünyalarını başlarına yıkmaktı. Antonia ve Adrius gibiler Altınların ne kadar zalim olduğunu kendi gözlerimle görmemi sağlamasaydı bu durumda olmayı hak ettiğimi söyleyebilirdim. Ama şimdi damarlarımdaki kan içimde biriken öfkeyle pompalanırken düşünebildiğim tek şey ne olursa olsun Kısrak ve Çakal’ı engellemem gerektiğiydi. Ya da denerken ölmek. Çünkü ölürsem Ares; ben ve Titus gibileri bu intihar görevine göndermeye devam edecekti. Bizim hayatımızın bir önemi yoktu. Bu davayı kazanmak için ne kadar gerekirse o kadar kayıp verecektik. Giderken götürebildiğimiz kadar kişiyi bizimle götürmek en iyi seçeneğimizdi. Eğer şimdi Çakal’ın ordusuna saldırırsam Enstitü’nün en iyileri birbirlerini katledecekti. Akım yumruğumu ve kullanmayı bilmediğim jiletimi sıkıca kavradım. Uluyanlara başımla bir işaret verdim ve çılgınca bir savaş çığlığı atarak peşimde Uluyanlarla birlikte Çakal’a doğru atıldım. Ne kadar öfkeli ve kırılmış olsam da Kısrak’a zarar veremezdim. Kendim yapamazdım. İçimde hala bir Kızıl vardı ve Virgina’nın da içinde Eo’nun şarkısını söyleyen o kızın olduğuna inanmak istiyordum. Jiletimi kabaca Çakal’ın ayağına doğru savurdum; ama tek bir eli kalmış olsa da, o el yılların verdiği tecrübeyle jileti benden daha iyi kullanıyordu. Amatör hamlemi engelledi ve benden çok daha ustaca bir şekilde jiletini savurup bacağımı biçti. Dengemi kaybederek tökezledim ve daha büyük bir öfkeyle Çakal’ın üzerine atıldım. Şimdi elimdeki jilet bir sapanOrak şeklindeydi. Bir zamanlar Mars Hanesinin kapılarına damgalanan ve Cassius au Bellona’nın yüreğine korku salan o sapanOrak şimdi Adrius au Augustus’un yüzünde sadece alaycı bir gülümseme oluşturmuştu. Sinir bozucu gülüşü ve bu kaos ortamında bile ürkütücü bir şekilde sakin olan bakışlarıyla ne kadar saklamaya çalışsa da bütün bedeninin gerildiğini görebiliyordum.
“Azrail oynamaya gelmiş.” diye mırıldandı.
SapanOrağımı başına doğru savurdum ama Çakal jiletini kırbaca çevirip sapanOrağımı yakaladı ve silahımı fırlattı. Ani bir hamleyle ayağımı çekip yere düşmeme sebep oldu.
“Marslı Azrail anlattıkları kadar da görkemli değilmiş. Sadece boyundan büyük işlere kalkışan bir çocuksun.”
Jiletini kılıca çevirdi ve sertçe karnıma sapladı. Sonra devam etti, “Ne yaptığını bildiğini sanıyorsun. Beni devirebileceğini sanıyorsun,” Olimpos’u işaret etti. “Bu küçük başarın için takdir edileceğini sanıyorsun. Aksine, çok sinirli olacaklar. Hile yaptın, üstlerini küçük düşürdün.” Jiletini biraz daha derine itti.
“Sen de hile yaptın.” diye tısladım. Sanki bunu söylemek için ne kadar aptal olmam gerektiğini düşünüyormuş gibi gülümsedi.
“Sen bir barbarsın Darrow. Ben bir politikacıyım. Farkımız bu. Benden elimi aldın, sana ne yararı oldu? Sadece beni kızdırdın Darrow. Ve bu?” Kollarını iki yana açtı. “Bunun sana hiçbir faydası olmayacak. Öleceksin Darrow. Birazdan boğazını keseceğim. Ve sonrasında ne yapacağım biliyor musun? Enstitü’yü kazanacağım ve babamın ünvanını alıp güneş sistemini ele geçireceğim. Birkaç yıl içinde Octavia au Lune bile bana bağlı olacak. Elimi alman bana hiçbir şey ifade etmiyor Darrow.” Bir şeyler söylemek istedim ama bütün vücuduma yayılan ılık kan konuşmamı engelliyordu. Yavaşça yüzüme doğru eğildi ve o altın sarısı gözlerinde vahşice bir şeyler gördüm.
“Hikaye böyle bitiyor Darrow,” dedi. “Öfken ya da çığlıklarınla değil, sessizliğinle.” Derin bir nefes aldım. Sonunda huzur bulacaktım. Onca şeyden sonra Vadi’ye, Eo’nun ve babamın yanına gidiyordum. Sonunda mutlu olacaktım. Elimi göğsümdeki hemantusuma koydum. Hissettiğim son şey Çakal’ın jiletinin boğazımı parçalayışı oldu.

24 Mart 2019 Pazar

Yeni Bir Dünya: Karanlık Çağ


Sanki biri beyninizdeki bir ampulü yakmış gibi bir anda aklınıza güzel fikirlerin geldiği oluyor mu? Belki patates kızartması ve reçel birleşimin güzel olacağını fark etmişsinizdir, belki Tabu’da bir kelimeyi anlatmanın kolay yolunu bulmuşsunuzdur, belki de kendinize ait koca bir dünya yaratmanın temellerini atmışsınızdır. 9. Sınıfın 2. döneminde, gece 1’de kafamın içinde büyülü bir dünyayla ilgili birden çok ampul yandığında ben de aynen böyle hissettim.
Yanlış hatırlamıyorsam sakatlandığım için evde kalıp çok fazla televizyon izlediğim bir dönemdi. Beynimdeki ampulleri yakan en büyük etken de sakatken yaklaşık 3 sezonunu bitirdiğim Merlin adındaki diziydi. Dünyam bir açıdan Merlin’in dünyasına benziyor. İklimini, çağını örnek aldığım yer Merlin oldu. Şimdi biraz da dünyamı ve karakterlerimi tanıtayım:

Tek bir evrenimiz yok. Hikayenin temelini çoklu evrenler oluşturuyor ama bizim odaklanacağımız 2 evren var. Biri ana karakterlerin içinde bulunduğu evren, diğeri de dünya üzerindeki bütün kötülüklerin kaynağı olduğuna inanılan evren. Pandora’nın kutusu diyebiliriz bu evrene.
Asıl evrenimiz orta çağ temasında ve bir sürü farklı krallıklardan oluşuyor. Bizim krallığımızın biri kraliyet ailesi olmak üzere 6 farklı hanedanlığı var. Bu hanelerin bazıları bizim için önemli roller oynayacak ama bunu hikayede yavaş yavaş göreceğiz.
Hikayede göreceğiniz karakterlerden ikisini tanıtarak devam edelim: Edwin ve Ellie.
İsimlerinin neden bu şekilde olduğu çoğu insandan aldığım bir soru. Başlarda yapmaya çalıştığım şey kendime özgü evrenimin kendine özgü isimleri olmasını sağlamaktı. Çok fazla kültüre hakim değilseniz ilginç ve duyulmamış isimler seçmek zorlayıcı olabiliyor.
Karakterlerin kendisine gelirsek Ellie demin bahsettiğim 6 hanedandan bir tanesinin genç prensesiyken Edwin doğduğundan beri Ellie ve ailesinin etrafında büyümüş olan bir hizmetkarın oğlu. Aile mesleğini devralan Edwin şu an Ellie için çalışsa da eskiden çok iyi arkadaş olan ikili şu an birbirlerine çok fazla tahammül edemiyor.
Lafı daha fazla uzatmadan hikayeye girelim.

                                                                      GİRİŞ
“Bugün dışarıda çalışmaya karar verdim. Kitapları peşimden getir.” Dedi Ellie masanın üzerindeki kitap yığınını işaret edip yüzünde muzip bir gülüşle odadan çıkarken. Edwin önünde duran yarım düzine kitaba baktı. Hepsi de çok kalındı. Aynı anda ikiden fazlasını taşıması mümkün değildi.
Harika. Nasıl taşıyacağım bunları şimdi?
Merdivenlerden Ellie’nin sesi yankılandı,
“Çabuk ol! Bütün gün bekleyemem!”
Edwin oflayarak kitapların bir kısmını kucağına aldı. Hepsini götürebilmek için birkaç defa odaya geri dönmesi gerekecekti. Sinirli bir şekilde iç çekip elindeki kitaplarla beraber odadan çıktı. Merdivenlerden aşağı koşup bir ağacın altında oturan Ellie’nin yanına geldi. Ellie kitapları süzdü,
“Geri kalanı nerede?” Her zamanki gibi bu sorunun tek amacı Edwin’in sinirlerini bozmaktı.
“Neden kendin taşımıyorsun?” Kitapları Ellie’nin önüne fırlattı.
“Seni bu yüzden etrafta tutuyorum ya… Hadi, diğerlerini de getir!”
Ellie, Edwin’in gidişini sırıtarak izlerken getirdiği kitaplardan birini açıp arkasına yaslandı. Aslında çalışmak istediği falan yoktu. Dışarı çıkıp gezmek istiyordu. Haftalardır ormana çıkmamıştı ve bir defalığına da olsa tek başına ormana inebilseydi kendini çok daha iyi hissedecekti. Ona en çok huzur veren şeylerden biri doğada olmaktı. İçinde bir şey ona yaptığı her şeyi bırakıp ormana koşmasını söylüyordu.
Ama şimdi olmaz… dedi Ellie kendi kendine, kucağında kitaplarla geri dönen Edwin’i izlerken. Kitapların yarısını yere düşürüp tekrar toplamak için eğilen Edwin’e bakıp sırıttı. Boyu her ne kadar uzun olsa da pek güçlü olduğu söylenemezdi. Etraftaki çoğu kişiye göre çok cılız biriydi ama siyah dağınık saçları ve çarpık gülümsemesiyle bunu telafi ediyordu. Bir de ara sıra ortaya çıkan hafif bir gamzesi vardı. Gerçi Ellie uzun zamandır ne gamzesini ne de çarpık gülümsemesini görüyordu. Edwin uzun zaman önce Ellie’ye eskiden olduğu gibi gülmeyi bırakmıştı.
Işıldayan mavi gözler ve çıldırtıcı bir gülüş… diye düşündü Ellie. Bunu yıllardır görmemişti. Edwin bir anda garip davranmaya başladığından beri…
                İsteksizce Edwin’in bıraktığı kitapları önüne çekti. İsterse Edwin’e onu yalnız bırakmasını söyleyebilir ve önündeki kitapları kapatıp ormanın içine kaçabilirdi. Bir anda ürperdi. Edwin’den başka birinin daha onu izlediğini hissetti. Gözü pencereye kaydı ve gölgelerin içinden onu izleyen annesini gördü.
Her zamanki gibi… diye geçirdi içinden. “Özgürlük” kavramı annesinin sert bakışları altında eriyip bütün anlamını yitirmişti sanki. Geriye kalan tek şey önündeki tozlu kitaplar ve saçlarının arasından hafifçe esen rüzgârdı.


18 Mart 2019 Pazartesi

Sefiller - Victor Hugo


 “Garip değil mi ruhunu değiştirebilen insanoğlu, kaderini değiştiremiyordu.”
 Öyle garip ki kader, koca Fransa’da onca insan varken hep bizim aynı 6 karakterimizin yolunu kesiştiriyor. Kitaptaki tesadüfler dizisi sayesinde hep bir hareket, hep bir kovalamaca var. Ne karakterlerimiz ne de siz dinlenme fırsatı bulabiliyorsunuz.
                Çoğumuz Sefiller’in konusunu oradan buradan duymuşuzdur, biraz da olsa biliyoruzdur.  Bilmeyenler için özetlemek gerekirse hikaye Paris’te, 1830 İhtilali sıralarında Jan Valjan adındaki eski bir kürek mahkumu ve hayatındaki belli başlı insanların etrafında dönüyor. Kitabın ilginç tarafı ne olursa olsun belli başlı karakterlerin sürekli kendilerini tekrar tekrar göstermeleriydi. Victor Hugo önce size bir karakteri tanıtıyor, onun gözünden hikayeyi anlatıyor, sonra da önünüze farklı bir karakter koyup daha biraz önce size anlattığı kişiyi tamamen başka biriymiş gibi gösteriyor.
                Kitabın birden çok cildi var. Orijinal hikaye o kadar uzun ki kitapta 800 kelimelik bir cümle olduğu söyleniyor. Hikayenin bu kadar uzun olmasının sebebi Victor Hugo’nun her karakteri ve her sahneyi derinlemesine anlatması. Yerli yersiz betimlemeler kullanması ve sürekli benzetmeler yapması da hikayenin uzamasına sebep oluyor. Bunların en önemli sebebi Victor Hugo’nun başlattığı romantizm akımı aslında. Romantizm denince akla ilk gelen isimlerden biri olan Victor Hugo, diğer bir sürü eseri gibi Sefiller’i de bu akıma uygun olarak yazmış.
                Adından da belli olacağı gibi Sefiller sefalet içinde yaşayan insanları konu alıyor. Yeğenlerini doyurabilmek amacıyla ekmek çaldığı için 19 yıl boyunca hapis yatan Jan Valjan’dan sevgilisinin yaptığı acımasız bir şaka yüzünden hayatı mahvolan Fantine’e, Fantine’den kendi açgözlülükleri yüzünden ara sokaklarda sürünen Tenardiye ailesine kadar her türden sefilliği işlemiş Victor Hugo. Suçluluk, çaresizlik, umut, aşk ve özgürlük kavramlarını temelinde alan hikaye; bize aslında insanlığın başından beri aynı duygulara dayandığını da gösteriyor. Hem tarihi, hem polisiye, hem dram, hem de bir aşk romanı diyebileceğimiz Sefiller aynı zamanda Fransız halkının destansı özgürlük savaşının da bir kısmını yansıtıyor. Yıllar, yüzyıllar geçse bile insanlığın değişmediğini/değişmeyeceğini gösteriyor.
“Yasalar ve töreler uygarlık adına bir cehennem yaratarak Tanrısal yazgıya uğursuz damgasını vurduğu; insanlık erkeğin emeğinin sömürülmesini, kadının fuhuşla, çocuğun gece ve açlıkla aşağılanmasını engelleyemediği; bilgisizlik ve yoksulluğun giderilmesi gerçekleşmediği sürece, bu tür kitapların yararlı ve zorunlu olduğu inancını belirtmek istiyorum.”
Hauteville-House, 1 Ocak 1862, Victor Hugo

11 Mart 2019 Pazartesi

Bad Blood


Ses çıkarmadan odasından çıktı ve aşağı indi. Kapıyı açıp dışarıya bir adım attı ve arkasından bir ses duydu:
"Bir yere mi gidiyorsun?" Sesin sahibini görmek için arkasını döndü ve abisiyle göz göze geldi.
"Yıldızları görmek istiyorum..." diye fısıldadı. Gözleri parlıyor ve gökyüzünü son bir kez daha görebilmek için yanıp tutuşuyordu.
"Hastasın-"
"Lütfen," diye fısıldadı abisinin sözünü keserek. "Son bir defa..." abisi içini çekip kapıyı kapattı.
"Çok durmayacağız."
İçini dolduran heyecanla kasabanın sokaklarında koştu. Rüzgarı, soğuğu ve adrenalini hissetti. Bu hissi özleyecekti  uzun zamandır ilk defa bir yerde hapismiş gibi değil, yaşıyormuş gibi hissetti. Abisi de peşinden koşuyordu  hızını arttırdı, birlikte kasabanın dışına kadar koştular. En sonunda boş bir arazjde durduklarında kendini yorgun hissetmiyor, aksine her şeyi yapabilecekmiş gibi hissediyordu. Bir kahkaha atıp yere yıkıldı ve gözlerini yıldızlara dikti. Bir süre öylece yıldızları izledikten sonra sordu:
"Gittiğimde beni özleyecek misin?"
"Bu tür sorular hakkında konuşmuştuk-"
"Cevap ver." Abisi yutkundu,
"Evet..." Sesinin titremesine engel olamamıştı.
"Üzülmeni istemiyorum..." dedi usulca. "Beni özleyecek olursan... buraya gel ve şu an yaptığımız gibi yıldızları izle. Burada seninle olacağım."

                Şarkıların hayatınızda nasıl bir yeri var? Şüphesiz, çoğumuzun hayatında çok büyük bir etken müzik. Zamanın başlangıcından beri evrenin ve insanların bir parçası olmuş. Gerek doğadaki ritimle, gerek hayvan sesleriyle, gerek insanlar tarafından yaratılmış enstrümanlarla. Yaptığım çoğu şeyin yanında müzik dinlemezken bir şeyler eksikmiş gibi hisseden biri olarak geçen yaz dinlediğim şarkılar bir film ya da kitap sahnesi olsaydı nasıl olurdu diye düşündüm. Bunun sonucunda da yukarıda gördüğünüz, belki de şu an size çok fazla bir anlam ifade etmeyen yazı oluştu. Bu sahne Sleeping at Last adındaki bir sanatçının Bad Blood adlı şarkısını temsil ediyor. Şarkının sözleriyle ilgisi olmasa da aşağıya linkini koyacağım şarkının enstrümental kısmına odaklanmanızı ve küçük yazımı tekrardan okumanızı tavsiye ediyorum. Çünkü müzik ortamdaki enerjiyi değiştirmekte önemli bir etken.


"Birini sevmek ama ona yardım edememek çok korkunç bir şey olsa gerek.
Aslında bunun nasıl bir his olduğunu çok iyi biliyordum."


-Jennifer Niven, Hayatın Kıyısında

3 Mart 2019 Pazar

Hayatın Kıyısında


“Gözün güneşe varsın, ruhun rüzgâra… Rengârenksin tek bir rengin içinde, hem de tüm parlaklığınla.”

Bu yazıya başlamadan önce ufak bir uyarı yapmak istiyorum. Eğer duygusal biriyseniz şimdi konuşacağımız hikâye kalbinizi kırabilir. Ben kitaplar konusunda hep duygusal biri olmuşumdur ve bu hikaye ilk okuduğumda bir süre boyunca zihnimi meşgul etmişti. Bir sebepten dolayı bende özel bir yeri olan bu kitabı ne zaman tekrardan elime alsam ya da üzerine düşünsem hala içimde bir burukluk hissederim.
İlk bakışta klişe bir gençlik romanı gibi görünen Hayatın Kıyısında, okuyucularının çoğunda büyüleyici bir etki bırakmayı başarıyor. Bir gençlik romanı olduğu doğru, yani size hitap etmeyebilir. Ama özellikle kendi yaş grubumun ilgisini çekebilecek bir hikaye olduğunu düşünüyorum.
Kitabın arka kapağını çevirdiğinizde dikkatinizi çeken ilk şeylerden bir tanesi  “Yaşamayı ölmek isteyen bir çocuktan öğrenen bir kızın hikayesi.” cümlesi oluyor. Ana karakterlerimiz olan Violet ve Finch, okullarının çan kulesinin tepesindeyken tanışıyorlar. Birbirlerinin hayatlarını kurtarıyorlar desek yeridir. Violet’ı ablasının trajik ölümünden sonra içine kapanıp sevdiği çoğu şeyi yapmaktan vazgeçmiş biri olarak tanıyoruz. Finch’se adlandıramadığı bir hastalıktan mustarip. Hastalık deyince aklımıza genelde fiziksel engeller gelse de Finch’in hastalığı tamamen zihninden kaynaklanıyor. Kitabın başında “Uyku” ve “Uyanıklık” diye iki kavramdan bahsediyor. Uyku’yu herhangi birine tanımlamayı biraz zor bulsa da bu kavramı ifade etmek için şu cümleleri kullanıyor:

“Benim kayış yine koptu. Bilincim kapandı. Bir an başım dönüyordu. Derken beynim, yere yatmaya çalışan romatizmalı köpek gibi dönmeye başladı. Sonra şalterleri kapadım ve uykuya daldım. Ama öyle bildiğiniz gibi bir uyku değil. Upuzun, karanlık, rüyasız bir uyku hayal edin; işte öyle.”

En büyük korkusu Uyku’ya dalmak olduğu için Uyanık’ken sınırlarını sonuna kadar zorluyor ki tekrar karanlığa dalmasın. Finch’le böyle bir durumdayken; okulun çan kulesinin tepesinde, Uyku’ya dalmamak için atlamayı düşünürken tanışıyoruz.

“Daha yeni uyanıp kendime geldiğimi düşünürsek ölüm değil de ‘hayat’ dememi bekleyebilirdiniz. Ancak ölüm, yalnızca uyanık olduğum zamanlarda aklıma geliyordu.”

                Birbirlerinden çok ayrı dünyalarda yaşayan bu ikili coğrafya dersinde bir projede eşleşiyorlar ve hikayenin en sevdiğim kısmı burada başlıyor. Bu noktadan sonra Finch ve Violet’ın yaşadıkları kasabaya ve içinde oldukları dünyaya karşı olan bakış açılarını görmeye başlıyoruz ki bu kitabı sevme nedenlerim arasında başlarda geliyor. Theodore Finch’in düşünceleri o kadar güzel ki gerçek biri olduğuna inanmak istiyorsunuz. Finch çoğu şeyde diğer insanların görmediği güzellikleri görüyor ve her şeyin iyi bir yanı olduğuna inanıyor.

“Burası hayatımda gördüğüm en çirkin yer.”
“Önceden bana da öyle gelirdi. Sonra, bazıları için buranın gerçekten de güzel bir yer olması gerektiğini fark ettim. Yani öyle olsa gerek çünkü Indiana’da onca insan yaşıyor ve hepsi de buranın çirkin olduğunu düşünemez.”

Finch, sıra dışı tarzı ve olağanüstü bakış açısıyla Violet’ı hayatının kötü bir noktasından alıp gerçekten mutlu olduğu bir noktaya çıkarıyor.
                Bu kitap aynı zamanda hayatımın okula gidip gelmekten ibaret olan bir monotonlukta olduğunu fark etmemi de sağladı. Bir süre sonra içim yeni şeyler görme, yeni yerler gezme isteğiyle yanıp tutuşuyordu. “Günleri değil, anları hatırlarız.” demiş Cesare Pavese. Bu hikaye bana hatırlamak için daha fazla anım olmasını istediğimi fark ettirdi. Ve bunun üzerine yazın gezerek geçirdiğim iki hafta kendimi çok rahatlamış ve mutlu hissetmemi sağladı.

“Yeterince dikkatli bakarsak dünyadaki güzellikleri görebileceğimizi öğrendim. Ben de dahil, herkesin illa hayal kırıklığı yaratmak zorunda olmadığını ve doğru insanın yanında duruyorsan bir tümseğin bile yüksekte hissettirebileceğini öğrendim.”

                Yazarının hayatındaki bir kişilikten esinlenilmiş olan bu hikayenin şimdi bir de yapım aşamasında filmi var. Birkaç yıldır çekilmeye çalışılan film sonunda bu yıl belli olan oyuncu kadrosuyla çekilmeye başlandı. Netflix’in çektiği filmde Violet rolünde Elle Fanning, Finch rolünde de Justice Smith var. Yapım aşamasında olan film kitabın hem yabancı hem de Türk hayranlarını büyük bir heyecana sokuyor. Filme dönüşüp daha büyük bir kitleye yayılacak olması beni mutlu ediyor çünkü bu hikayenin başka bir ilginç yanı da kimse hakkında nötr hissetmiyor. Okuyanlar ya hikayeyi çok beğeniyor ya da sevmiyor.
Orijinalini okuduğum halde kitabın orijinal dili ve çevrilmiş hali arasında benim okurken fark etmediğim ufak bir fark var. Fark etmememin sebebi bu farkın hikayenin kendisinde değil, yazarın notu kısmında olması. Kitap zihinsel hastalıkları da ele aldığı için hem orijinal dilinde hem de çeviri halinde en sonda “yardım hatları” kısmı var. Orijinal dilinde bu kısım sayfalarca sürerken çevirisinde yalnızca 5-6 numara var. Bunu kitap hakkında insanların yorumlarını okurken birinin “Bu tür konularda daha bilinçli olmamamız üzücü.” dediğini gördüğümde fark etmiştim.
İşlediği bazı konular açısından zor bir dönemdeyseniz sizi çok iyi etkilemeyecek olsa da içinizi ısıtacak duygusal bir hikaye arıyorsanız bakmanızı önerdiğim bir hikaye Hayatın Kıyısında.

“Artık köklerim yoktu ama baştan sona altındım, akıyordum, içimde binlerce kudretin yükseldiğini duyuyordum.”

23 Şubat 2019 Cumartesi

Kızıl İsyan


Hakkında hiçbir şey bilmezken bile adını duyduğunuzda ya da kapağına baktığınızda içinizi kıpır kıpır eden kitaplar oldu mu hiç? Sadece var olmasıyla ortama güçlü ve gizemli bir enerji yayan kitaplar? Bana böyle hissettiren birkaç kitap oldu, bunlardan biri de şimdi size bahsedeceğim “Kızıl İsyan” serisi. İlk kitabı olan Kızıl Yükseliş kimsenin nereden geldiğini bilmediği bir şekilde kitaplığımızda bekliyordu ve evdeki bir kişi bile kapağını açmamıştı. Belki az önce bahsettiğim gizem havasını yaymasının sebebi kitabın eve nasıl geldiğini bilmememizden kaynaklanıyordur ama her ne sebep oluyorsa uzun bir süre boyunca kitaplıkta duran kitabı garip bir hayranlık duyarak izlememi sağladı. Arada sırada kitabı elime alıp içini açmadan konusunu tahmin etmeye çalışıyordum, serinin yazarı Pierce Brown da kitabın arka kapağını öyle bir tasarlamış ki arka kapağa bakmak kitabın üzerimde bıraktığı gizemli etkiyi arttırıyordu:

“Ben dünyaları ateşe verecek kıvılcımım. Ben zincirleri kıracak çekicim. Ben halkımın ve esaret içinde yaşayan herkesin umuduyum. Çünkü biliyorum ki insan kendini köleleştiren adaletsizlikle özgürleşemez.”

Şimdi sizde de o gizemli havayı bırakmayı başardı mı? Yazıya başlarken bahsettiğim o heyecanı hissediyor musunuz? Çünkü ben ne zaman bu kitabı elime alsam aynen böyle hissediyordum. Sanki elimde çok önemli bir şey tutuyormuşum gibi bir heyecan bütün vücudumu kaplıyordu ve ne kadar merak etsem de sanki yasaklıymış gibi asla ilk sayfasını açıp bakamıyordum. Bu durum kitabın varlığı annemin dikkatini çekene kadar devam etti. Kitabı önce annem okudu, sonra da babam, en son da ben. Üzerimde garip bir etkisi olan kitap aynı etkiyi ailemin üstünde de bırakmıştı ve ailecek Kızıl Yükseliş’in o gizemli büyüsüne kapılıyorduk. Dürüst olmak gerekirse kitabın dışarıdan bakıldığında bile benim için bu kadar etkileyici olması gerçeği ve kapağını ne zaman açsam içimi heyecanla doldurması bir süre kitabı okumama engel oldu. Ama bir kere Pierce Brown’ın yarattığı dünyaya çekildiğinizde kendinizi Kızıllar, Pembeler, Kahverengiler, Morlar ve Altınlar’dan oluşmuş bir çukurun dibinde buluyorsunuz ve yüzeye çıkmanız neredeyse imkânsız hale geliyor.

“Benim gibi adamların zayıf olduğunu düşünüyordu. Onun gözünde aptaldım, beceriksizdim ve hatta yeterince insan bile değildim. Saraylarda büyümemiştim. Çayırlarda at sürmemiş, sinekkuşu dili yememiştim. Bu sert dünyanın bağırsaklarında işlenmiştim. Nefretle keskinleşmiştim. Sevgiyle güçlenmiştim. Yanılıyordu. Hiçbiri hayatta kalamayacaktı.”

                Okulumuzun kuralları var. Ülkemizin, yaşadığımız dünyanın kuralları var. Var olan her şey kendi içinde bir düzene sahip. Pierce Brown’ın kurduğu bu dünyanın düzenineyse Toplum deniyor. Toplum’un kuralları basit: Güçlüler hükmeder, güzel yerlerde yaşar; zayıflarsa itaat eder ve kendilerine verilenlere şükreder. Kimin zayıf olduğuna kim karar veriyor? sorusunu sorduğunuzu duyabiliyorum. Tabii ki buna da her şey gibi güçlüler yani Altınlar karar veriyor. Altınların yüzyıllar boyunca kendilerini yükselterek yarattıkları kast sistemi Toplum’un temelini oluşturuyor. Herkesin en başında da Hükümdar var.  Sistemin en altında Kızıllar geliyor; daha sonra da Pembeler, Obsidiyenler, Kahverengiler, Griler, Turuncular, Morlar, Yeşiller, Sarılar, Maviler, Bakırlar, Beyazlar, Gümüşler ve en son da Altınlar. Her rengin bir görevi var ve hiçbir renk kendilerine belirlenmiş hayattan başkasını yaşayamaz. Peki ya biri “daha fazlası için” yaşamak isterse? Toplum’un ona çizdiği sınırların dışına çıkmak isterse? Böylece de Altınların en büyük korkularından biri doğuyor: Ares’in Oğulları.

“Hala savaşıyoruz. Ancak ölenlerin intikamı için savaşmıyoruz. Birbirimiz için savaşıyoruz. Yaşayanlar için savaşıyoruz. Henüz doğmamış olanlar için savaşıyoruz.”

                Ares’in Oğulları, sadece özgürlüklerini istedikleri ve köle olmaktan bıktıkları için Altınların gözünde bir terörist örgütü olan bir grup reformcu. İyi kalpli bir adamın hayallerinden doğmuş ve yüzlerce insanın özgürlük arzusuyla alevlenmiş bir fikir Ares’in Oğulları. Ana karakterimiz olan Darrow da daha fazlası için yaşamak isteyen karısı Eo yüzünden bu fikrin merkezine çekiliyor.
                Heyecanı kaçırmamak için daha ilerdeki olaylardan çok fazla bahsetmek istemiyorum, o yüzden tekrardan dönüp Pierce Brown’ın yarattığı dünyaya bakalım. Her ne kadar distopik bir dünyada geçen bir bilim kurgu romanı olsa da Kızıl Yükseliş’in dünyası şu an içinde bulunduğumuz dünyaya bazı açılardan çok benziyor.
 Dünyayı güçlüler yönetse de, güçlülerin içinden çıkacak bir zayıf bütün Toplum’u çökertebilir. Burada da Altınların gelenekleri ve okulları devreye giriyor. 16 yaşına bastıklarında girdikleri bir sınavla sadece ailelerin en güçlüleri olduğuna inanılan 1200 çocuk birden “Enstitü” adını verdikleri bir okula gidiyor. Enstitü hayatları boyunca peşlerinde hizmetkârlar koşturmuş olan ve çay partileri ve kitaplardan başka bir şey bilmeyen çocuklara gerçek hayatı öğretmek üzerine tasarlanmış bir okul.

“Siz yara izi taşımayan çocuklar, hiçbir şeyi hak etmiyorsunuz. Siz acıyı bilmiyorsunuz. Atalarınızın sizi bu seviyeye çıkarmak için neleri feda ettiğini bilmiyorsunuz. Ama yakında öğreneceksiniz. Yakında size neden Altınların insanoğluna hükmettiğini öğreteceğiz. Ve size söz veriyorum ki aranızda sadece güce sahip olabilenler hayatta kalacak.”

Enstitü asıl hikâyeye sadece bir giriş olsa da üçlemeyle ilgili en sevdiğim kısımlardan bir tanesi. Çünkü hikaye boyunca gördüğümüz bütün ilişkilerin temeli Enstitü’de atılıyor. Karakterlerin arasındaki bağlar burada oluşuyor ve karakterler burada dostluğu, sevgiyi, ihaneti, nefreti, kini ve sadakati öğreniyorlar. Daha henüz 16 yaşında olmanın verdiği bir saflıkla birbirleri için yaptıkları fedakârlıklar daha sonraki kitaplarda daha da önemli hale geliyor.
                Sadede gelmek gerekirse Pierce Brown şu ana kadar okuduğum en güzel ve en orijinal kurgusal evrenlerden bir tanesini kurmuş. Her kitap birbirinden de heyecanlı bir şekilde bitiyor ve 3. Kitabın sonuna geldiğinizde içinizi garip bir sıcaklık kaplıyor. Bitirdiğinizde her karakterle ayrı bir şekilde bağlanmış oluyorsunuz ve bir parçanız hala yolculuk boyunca daha fazlası için yaşamak hayaliyle ölenlerin yasını tutuyor. Kızıl İsyan insanlığın başlangıcından beri hepimizin bir parçası olan özgürlük isteğinden doğan bir hikaye. Tarih boyunca çıkan köle ayaklanmalarının hepsini temsil eden bir hikaye. Bilim kurgu ve fantastik kurguyu birleştiren bu üçlemeye bir şans vermezseniz birkaç şey kaybedebilirsiniz.

Zincirleri kırın.


“Dünya ise kaçıp kovalayan, avlayan ve avlanan, yiyen ve yenilen. 
Hepsi de acımasız, plansız, sonsuz bir rastlantılar karmaşasının egemenliği altında ve doymaz bir kıyıcılıkla; yabanilikle, yırtıcılıkla ve kör güdülerle birbirini kovalayan canlılara dolu bir yer olarak özetlerdi.”
                                                                            -Beyaz Diş, Jack London

19 Şubat 2019 Salı

Beyaz Diş


“Bomboş ve maddiydi bu dünya. Kaba, sert, acımasız ve soğuktu. Sevgiden, okşamadan, sevecenlikten eser yoktu bu dünyada.”
Teknolojisi ve silahlarıyla insanın zincirin en tepesinde olduğu bu dünyada hiç diğer canlıların hakkımızda ne düşündüğünü merak ettiniz mi? Dünyayı onların bakış açısından görmeye çalışmak mesela, hayvanlarla empati kurmak. Jack London Beyaz Diş’i yazarken empati kavramının sınırlarını öyle zorlamış ki içinizden Rick Riordan’ın, Jack London’ın Lupa tarafından yetiştirildiği iddiasına kulak vermek geliyor. Rick Riordan’ın kitaplarını okumadıysanız ya da mitolojiye ilginiz yoksa Lupa’nın kim olduğunu bilmiyor olabilirsiniz. Mitolojiye göre Lupa, Roma’nın kurucuları olan Romulus ve Remus adlı iki kardeşi besleyip yetiştiren bir dişi kurt. Rick Riordan da Yunan ve Roma mitolojisi odaklı kitaplarında Lupa’dan bahsederken Jack London’ın Beyaz Diş’te kurtlara karşı yaptığı empatiye gönderme yapmadan edememiş.
                Kitap dünyayı size kurtların gözünden sunuyor. Ana karakterimiz olan Beyaz Diş dünyaya geldiği andan itibaren dünyayı onun gördüğü gibi görüyorsunuz: sonsuz ve büyüleyici bir bilinmezlikler diyarı. Doğduğu mağaradan hiç ayrılmamış olan Beyaz Diş’in dünyayı keşfederken öğrenmesi gereken o kadar çok ders var ki bazen hikayeye müdahale edip ona yol göstermek istiyorsunuz. Ama sonuçta yeni doğmuş bir enik sansarların tehlikeli hayvanlar olduğunu yaşamadan nasıl öğrenebilir ki? İçgüdüleri bile henüz o kadar gelişmemişken Beyaz Diş’in ilk öğrendiği duygulardan biri korku oluyor, daha sonra da güven geliyor. Yaşadığı ufak çaplı maceralardan sonra güvenebileceği tek kişinin annesi olduğunu öğreniyor beyaz enik.
                Geçmişte insanlar açıklayamadıklarını, gücü olan her şeyi tanrılaştırmış ve sonsuz kudrete sahip olduklarına inanmış. Beyaz Diş ve diğer hayvanlar da insana böyle bakıyor kitapta; her şeyi yapabilen, sonsuz bir güç ve kudrete sahip olan bir tanrı gibi. Çünkü insan ateş yakar, yiyecek verir, cezalandırır. Bir tanrıdan başka kim bunları yapabilir ki? Beyaz Diş de insanın tanrı olduğuna kanaat getiriyor.
“İnsanlara göre tanrılar nasıl mucizeler yaratırsa, insanlar da Beyaz Diş’in bulanık anlayışına göre öyleydi. Onlar efendiydi; bilinmeyenin her türlüsünün ve imkânsız güçlerin sahibi, canlı olan ve olmayan her şeyin hâkimiydiler. Hareket eden şeylere boyun eğdiriyor, duran şeyleri hareket ettiriyor, kuru odunlarla ölü yosunlara can vererek onlardan güneş renkli, yakıcı ve ısırıcı canlıyı üretiyorlardı. Ateş yakanlardı onlar! Tanrıydılar!”
Beyaz Diş tanrılarını memnun etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Tanrılarla geçirdiği zaman boyunca bir sürü şey öğreniyor. Ama uzun bir süre boyunca çabalarına karşılık tanrılardan gelen neredeyse her tepki sert ve acımasızca oluyor. Beyaz Diş tanrıların birbirlerini tatmin etme isteği yüzünden oradan oraya sürükleniyor, satılıyor, hırpalanıyor, uzun bir süre sonra kendine “iyi tanrısını” bulana kadar hissettiği tek şey hayal kırıklığı ve öfke oluyor. “İyi tanrısı” tanrıların nasıl olması gerektiğini göstererek sahip olduğu tek his öfke olan ve tekrar vahşileşmiş olan Beyaz Diş’in kendine bağlanmasını sağlıyor, öyle ki Beyaz Diş doğduğu toprakları bırakıp tanrısının peşinden gitmeye karar veriyor. Özellikle hayvan sever biriyseniz bir kurdun bilinmezlikten sevgiye olan bu yolculuğunu kaçırmayın.