Bu yazım edebiyat dersinde yaptığımız yazma çalışmasının bir ürünü. Yaptığımız çalışmanın amacı bir romanı alıp sonunu tekrardan uyarlamaktı. Seçtiğim kitap size daha önce de bahsettiğim Kızıl Yükseliş. Size kafa karışıklığı yaratmamak için hikayeye geçmeden önce bazı kavramların anlamlarını veriyorum:
Darrow au Andromedus/Marslı Azrail: Mars Hanesinin Primusu, Kızıl, bakış açısından gördüğümüz karakter.
Virgina au Augustus/Kısrak: Altın, BaşValinin kızı, Minerva Hanesinin Primusu, Çakal'ın ikiz kardeşi.
Adrius au Augustus/Çakal: Altın, BaşValinin oğlu, Plüton Hanesinin Primusu, Kısrak'ın ikiz kardeşi.
Sevro au Barca: Altın, Uluyanların lideri, Darrow'un sağ kolu, "Goblin"
Uluyanlar: Darrow ve Sevro'nun emrindeki elit savaşçı grubu.
Jilet: İstediğiniz şekli almasını sağlayabildiğiniz esnek ama etkili bir silah.
* * *
“Kısrak Çakal’ın kardeşi.”
Bu üç kelime zihnimin içinde yankılanıyordu. “Kısrak
Çakal’ın kardeşi.” Kendimi
Kısrak’a güvenebileceğime inandırmaya çalışıyordum. Bütün bir kışı beraber
geçirmiştik, birbirimizi hayatta tutmuştuk. Oyunu beraber kazanmış, paradigmayı
beraber değiştirmiştik. Onların kurallarına uymamız gerekmediğini beraber
kanıtlamıştık, hatta Eo’ya ihanet etmenin acısına rağmen bir parçam ona
bağlanmıştı. Kalbini ölen aşkına kaptırdığı için kendini diğer insanlara
açamayan o asil şövalye olmak isterdim; ama değildim işte. Virgina’ya
güvenmiştim. Çakal’ın kardeşi olduğundan neden bahsetmemişti? Pax’ın öldüğü
akşam odaya girdiğinde Çakal’ı tanımasına rağmen bana hiçbir şey söylememişti.
Ve ben az önce onu adamlarımın yarısıyla beraber Olimpos’un cephanesinin çoğunu
eline vererek kardeşine göndermiştim. Aptalın tekiydim. Şimdi dağı elimden
almak için kardeşiyle geliyordu ve onu durduracak gücüm yoktu. Oyunu kazanmak
için beni kullanmıştı, ben de umursadığım tek şey kazanmak olduğu için bunu
görememiştim.
“Darrow?” Sevro’nun endişeli sesi düşüncelerimden sıyrılıp
gerçekliğe dönmemi sağlamıştı. Tepenin arkasındaki bir şeyi işaret ediyordu:
Bir orduyu. Olimpos’lu gözetmenlerin elinden aldığımız en acımasız silahlarla
kuşanmış bir ordu. Başlarında da BaşValinin çocukları Virgina ve Adrius au
Augustus. Kısrak ve Çakal. Çakal Cassius’a Julian’ı benim öldürdüğümü söyleyip
beni hanemden etmişti; Primusluğumu almıştı, arkadaşlarımı öldürmüştü. Çünkü
onun gözünde bir tehdittim. Kısrak’sa sadece beni kullanabilmek ve daha
sonrasında yıkmak için güvenimi kazanmıştı. Babalarının karımı benden alması
gibi bu iki kardeş de zaferimi ve karımın hayalini elimden almıştı. İyi kalpli
Virginia kazanmak için çocukluk arkadaşı Pax’ın ölümüne göz yummuştu. Eski bir
atasözü armut dibine düşer demiş. Demek ki Kısrak da babası Nero au Augustus
gibi insanları kandırarak güç için her şeyi yapabiliyordu.
Şimdi
daha da yaklaşmış olan orduya bakıp Apollon’dan aldığım jiletimi sıkıca
kavradım. “Uluyanlar!” diye kükredim, “Kısrak bize ihanet etti ve şu an kendisi
ve kardeşi Çakal’a bağlı olan ordusuyla buraya geliyor. Sayıları bizden fazla
olabilir ama ne olursa olsun burayı koruyacağız. Unutmayın, biz Uluyanlarız ve
bugün daha önce Altın tarihinde gerçekleştirilmemiş bir şeyi başardık. Daha
önce hiçbir Enstitü’de kimse gözetmenleri deviremedi. Biz çağımızın en
iyileriyiz. Zaferimizi BaşValinin çocuklarına bırakmayacağız.” Sonrasında
başımı geriye attım ve çılgınca uludum. Arkamdan gelen sesler giderek arttı ve
sesimiz bir kurt sürüsü gibi Olimpos’u inletti. Ben Azrail’dim ve savaşmadan
gitmeyecektim. Ares’in Oğulları beni buraya yollarken bunun bir intihar görevi
olduğunu söylemişti. Bu kadar ileri gelmişken pes edemezdim. Şimdi sadece
birkaç metre ileride olan Kısrak’a baktım.
“Onca şeyden sonra mı?” diye sordum.
“Kardeşimin yerine seni tercih edeceğimi mi düşünmüştün?”
Altın sarısı gözlerinde tüyler ürpertici bir soğukluk vardı. Tanıdığım Virginia’ya
bakmıyordum, yeni bir dünyaya olan inancıyla o Kızıl kızın şarkısını söyleyen
Virginia değildi bu.
“Yeni bir dünyaya inandığını sanmıştım.”
“Seni inandırmak için ne gerekirse onu yaptım.” İçimde bir
şeylerin sızladığını hissettim. Tıpkı Cassius gibi Kısrak da bana ihanet
etmişti. Güvenimi kullanmıştı. Peki ya cidden ihanet edilen ben miydim? Bu konuda
sızlanmaya hakkım var mıydı? Cassius bana kardeşim demişti, bense onun
kardeşini öldürmüştüm. Kısrak hayatımı kurtarmıştı, Sevro ve Uluyanlar
sadakatlerini bana sunmuştu, Lea ve Roque onları kurtarmam için bana
güvenmişti; benimse başından beri tek amacım onların üzerinde yükselip
dünyalarını başlarına yıkmaktı. Antonia ve Adrius gibiler Altınların ne kadar
zalim olduğunu kendi gözlerimle görmemi sağlamasaydı bu durumda olmayı hak
ettiğimi söyleyebilirdim. Ama şimdi damarlarımdaki kan içimde biriken öfkeyle
pompalanırken düşünebildiğim tek şey ne olursa olsun Kısrak ve Çakal’ı
engellemem gerektiğiydi. Ya da denerken ölmek. Çünkü ölürsem Ares; ben ve Titus
gibileri bu intihar görevine göndermeye devam edecekti. Bizim hayatımızın bir
önemi yoktu. Bu davayı kazanmak için ne kadar gerekirse o kadar kayıp
verecektik. Giderken götürebildiğimiz kadar kişiyi bizimle götürmek en iyi
seçeneğimizdi. Eğer şimdi Çakal’ın ordusuna saldırırsam Enstitü’nün en iyileri
birbirlerini katledecekti. Akım yumruğumu ve kullanmayı bilmediğim jiletimi
sıkıca kavradım. Uluyanlara başımla bir işaret verdim ve çılgınca bir savaş
çığlığı atarak peşimde Uluyanlarla birlikte Çakal’a doğru atıldım. Ne kadar
öfkeli ve kırılmış olsam da Kısrak’a zarar veremezdim. Kendim yapamazdım. İçimde
hala bir Kızıl vardı ve Virgina’nın da içinde Eo’nun şarkısını söyleyen o kızın
olduğuna inanmak istiyordum. Jiletimi kabaca Çakal’ın ayağına doğru savurdum;
ama tek bir eli kalmış olsa da, o el yılların verdiği tecrübeyle jileti benden
daha iyi kullanıyordu. Amatör hamlemi engelledi ve benden çok daha ustaca bir
şekilde jiletini savurup bacağımı biçti. Dengemi kaybederek tökezledim ve daha
büyük bir öfkeyle Çakal’ın üzerine atıldım. Şimdi elimdeki jilet bir sapanOrak
şeklindeydi. Bir zamanlar Mars Hanesinin kapılarına damgalanan ve Cassius au
Bellona’nın yüreğine korku salan o sapanOrak şimdi Adrius au Augustus’un
yüzünde sadece alaycı bir gülümseme oluşturmuştu. Sinir bozucu gülüşü ve bu
kaos ortamında bile ürkütücü bir şekilde sakin olan bakışlarıyla ne kadar
saklamaya çalışsa da bütün bedeninin gerildiğini görebiliyordum.
“Azrail oynamaya gelmiş.” diye mırıldandı.
SapanOrağımı başına doğru savurdum ama Çakal jiletini
kırbaca çevirip sapanOrağımı yakaladı ve silahımı fırlattı. Ani bir hamleyle
ayağımı çekip yere düşmeme sebep oldu.
“Marslı Azrail anlattıkları kadar da görkemli değilmiş.
Sadece boyundan büyük işlere kalkışan bir çocuksun.”
Jiletini kılıca çevirdi ve sertçe karnıma sapladı. Sonra
devam etti, “Ne yaptığını bildiğini sanıyorsun. Beni devirebileceğini
sanıyorsun,” Olimpos’u işaret etti. “Bu küçük başarın için takdir edileceğini
sanıyorsun. Aksine, çok sinirli olacaklar. Hile yaptın, üstlerini küçük
düşürdün.” Jiletini biraz daha derine itti.
“Sen de hile yaptın.” diye tısladım. Sanki bunu söylemek
için ne kadar aptal olmam gerektiğini düşünüyormuş gibi gülümsedi.
“Sen bir barbarsın Darrow. Ben bir politikacıyım. Farkımız
bu. Benden elimi aldın, sana ne yararı oldu? Sadece beni kızdırdın Darrow. Ve
bu?” Kollarını iki yana açtı. “Bunun sana hiçbir faydası olmayacak. Öleceksin
Darrow. Birazdan boğazını keseceğim. Ve sonrasında ne yapacağım biliyor musun?
Enstitü’yü kazanacağım ve babamın ünvanını alıp güneş sistemini ele
geçireceğim. Birkaç yıl içinde Octavia au Lune bile bana bağlı olacak. Elimi
alman bana hiçbir şey ifade etmiyor Darrow.” Bir şeyler söylemek istedim ama
bütün vücuduma yayılan ılık kan konuşmamı engelliyordu. Yavaşça yüzüme doğru
eğildi ve o altın sarısı gözlerinde vahşice bir şeyler gördüm.
“Hikaye böyle bitiyor Darrow,” dedi. “Öfken ya da
çığlıklarınla değil, sessizliğinle.” Derin bir nefes aldım. Sonunda huzur
bulacaktım. Onca şeyden sonra Vadi’ye, Eo’nun ve babamın yanına gidiyordum.
Sonunda mutlu olacaktım. Elimi göğsümdeki hemantusuma koydum. Hissettiğim son
şey Çakal’ın jiletinin boğazımı parçalayışı oldu.