Aaron
oturduğu ağacın tepesinden pazar yerindeki kalabalığı süzdü. Şanslı günündeydi.
Ne kadar çok insan o kadar az dikkat demekti, bir o kadar da ganimet.
Pelerinini örtüp oturduğu daldan aşağı atladı. Dikkat çekmemeye çalışarak pazar
yerine karıştı.
İşte başlıyoruz.
İnsanlar pazarcılarla kavga etmek ve birbirlerine çarpmamaya
çalışmakla o kadar meşguldü ki kimse Aaron’ın ceplerine girip çıkan ve ne var
ne yok her şeyi alan ellerini fark etmiyordu. Ayakları dans eder gibi hareket
ediyor ve elleri cepten cebe, tezgâhtan tezgâha dolaşıyordu. Bu onun olayıydı.
Hayatı boyunca insanlar onu görmezden gelmişti, bu da Aaron’a harika bir hırsız
olabilmek için ihtiyacı olan her şeyi vermişti. İnsanlar onu görmüyor, görmek
istemiyordu. Hayatın boyunca insanlar onun hakkında hep aynı şeyleri
düşünmüştü:
Fırıncının işe yaramaz oğlu geliyor! Bu
defa nelere bulaştı acaba? Bana kalsa en başından evime almazdım. Hiçbir şeyi
başarabildiği yok, yemek verdikleri için bile şükretmesi gerek!
Ama Aaron zamanla bunlara kulak asmamayı öğrenmişti. Çünkü
başkalarının sözleri ona yalnızca zarar veriyor, onu olmadığı birine
dönüştürüyordu, değersiz birine. Ama Aaron bu değildi, hiçbir zaman değersiz ya
da önemsiz olmamıştı ve insanların bunu elinden almasına izin vermeye hiç
niyeti yoktu. Bir ara sokağa çıkıp topladıklarına baktı ve gülümsedi.
“Bugün şanslı günümdeyim…”
* * *
Evin
içinden gelen kırılan cam sesini duyduğunda içeri geri dönmek için içinde büyük
bir dürtü oluştu. Ama bunun yerine kardeşini kendine çekip sarıldı. Sonra geri
çekilip yüzüne baktı.
“Gidip diğer çocuklarla oynamak ister misin?”
Rosie kendini bildi bileli böyle olurdu. Babası içip kendini
kaybeder ve annesi de Rosie ve kardeşini babalarının kustuğu nefretten korumaya
çalışırdı. İşin sonu genelde pek iyi bitmezdi. Babaları bütün öfkesini
annelerinden çıkartırdı. Rosie’nin annesi gibi bir şifacı olmasının sebebi de
buydu. Annesine yardım etmek için yapabileceği tek şey bir şifacı olmak ve
kardeşini elinden geldiğince korumaktı. O da bunu yapıyordu. Jane’i evden
uzaklaştırıp arkadaşlarının yanına götürdüğünde en azından üzerine düşen
sorumluluğu yerine getirdiğini düşünüyordu, ama içinden daha yüksek bir ses
annesinin yanına dönüp yardım etmesi gerektiğini söylüyordu. Geri dönerse ne
olabileceğini düşündü. Annesini koruyabilse bile kendisini babasından
koruyamazdı. Kardeşini de yalnız bırakmış olurdu. Aklında canlanan korkunç
sahneleri gözünün önünden silmek için başını iki yana salladı ve arkadaşlarının
yanında oynayan Jane’e baktı.
En azından birimiz mutlu, diye düşündü.
Kardeşini arkadaşlarıyla beraber izlemek hoşuna gidiyordu. Rosie’nin çok fazla
arkadaşı yoktu. Kendi yaşındakilerle pek anlaşamazdı, ama kardeşi yanında
olduğu sürece başka birine de ihtiyaç duyduğu söylenemezdi. Birbirlerini mutlu
ediyor ve birbirlerini tamamlıyorlardı. Mükemmel ekip.
* * *
Sağ. Sol. Geriye. Yana.
Başını koru!
Osias başına yediği darbenin
etkisinden çıkmaya çalışırken kulaklarında bunlar çınlıyordu. Darbenin
etkisiyle yere düşmüştü ve kılıcı da birkaç metre uzağa fırlamıştı. Miğferini
çıkarıp kenara fırlattı ve başında dikilen abisine baktı.
“Çok yavaşsın.”
Abisinin uzattığı eli görmezden
gelerek ayağa kalktı. Kılıcı ve miğferini yerden alıp dövüşmeye hazır bir
şekilde abisine baktı.
“Hile yaptın.”
“Yapmadım, sen yavaşsın.”
“Tekrar yapalım.” dedi Osias. Abisine
yenilmekten nefret etmesine rağmen bunu engelleyemiyordu. Her konuda onun
arkasında kalıyordu.
“Bir dahakine Ozzy. Bugünlük bu
kadar.”
Ozzy. Bu lakaptan
nefret ediyordu. Ozzy. Ona sadece babası ve abisi için ne kadar
kolay lokma olduğunu hatırlatıyordu. En kötü yanı verebileceği bir karşılık
yoktu. Onlara kıyasla Osias hiçbir şeydi. Abisinin gidişini izlerken sinirli
bir şekilde kılıcını yere sapladı.
“Bir gün… beni hafife aldığına
pişman olacaksın.” diye mırıldandı kendi kendine. Kılıcını yerden alırken
babasının hayal kırıklığı dolu bakışlarını üzerine hissetti. Her zamanki
gibi.
Yavaş.
Zayıf.
Yetersiz.
Korkak.
Herkesin ikinci tercihi.
Sanki zihnindeki seslerin
susmasını engelleyecekmiş gibi kendini odasına atıp kapıyı kapattı.
* * *
Başının arkasına yediği darbe bir
anlığına gözlerini kararttı. Dikkatini toplamaya çalışırken aldığı başka bir
darbe de dengesini bozdu ve birkaç saniye içinde kendini çamurun içinde buldu.
Dişlerini sıktı, durumu bir şekilde kendi lehine çevirmesi gerekiyordu. Ani bir
dönüşle kafasına yemek üzere olduğu tekmeyi engelledi. Rakibi ona nefeslenmesi
için birkaç saniye vermişti. Bu büyük bir hataydı, tecrübesiz birisinin
yapacağı türden bir hata. Bir acemiyle uğraşıyordu. Duraksamasından yararlanıp
ayağını çocuğun ayağına kenetledi, kendine doğru çekti ve onu yere devirdi.
Zaman kaybetmeden ayağa fırladı. Vahşice sırıttı, üstünlüğü kazanmıştı;
rakibinin yüzündeki panik ifadesi de cabasıydı. Karşı koymayacaksa devam
etmenin bir anlamı yoktu. Rakibini bıraktı ve onları izleyenlere döndü,
“Bana gerçekten dövüşmesini bilen
birini gönderin.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder