“Zamanın içinde akıp giden yıl sayısı kadar ismim var
benim! diye kükredi canavar. Avcı Herne’yim ben! Cernunos’um! Ölümsüz
Yeşil Adam’ım! Kocaman bir kol hızla aşağıya indi ve Conor’ı kavrayıp
havaya kaldırdı; rüzgar çevrelerinde dönüp duruyor, canavarın yapraksı tenini
hışımla kabartıyordu. Ben kim miyim? Diye kükredi canavar bir kez
daha. Dağların tutunduğu omurgayım ben! Nehirlerin döktüğü gözyaşlarıyım!
Rüzgarı soluyan akciğerlerim! Geyiği öldüren kurt, fareyi öldüren şahin, sineği
öldüren örümceğim! Ölen geyik, fare ve sineğim! Bu dünyanın kendi kuyruğunu
yiyen yılanıyım! Evcilleştirilmemiş ve evcilleştirilemez her şeyim! Conor’ı
gözlerinden birine yaklaştırdı. Ben vahşi doğayım, Conor O’Malley ve
senin için geldim.”
Canavar gece yarısından hemen sonra çıktı ortaya, tesadüfen
ben de kitabı okumayı bitirdiğimde saat tam kitapta bahsedildiği gibi
12.07’ydi. Bu küçük tesadüf çok hoşuma gitmişti, hikâye gerçekmiş gibi
hissetmemi sağlamıştı. Ama okuduğum başka şeylerden de deneyimlediğim kadarıyla
hikâyenin gerçek olması her zaman o kadar da güzel olmuyor. Özellikle de bunun
gibi üzücü bir hikâyeyse.
Canavarın Çağrısı, annesi kanser
tedavisi gören on üç yaşındaki Conor’ın yaşadığı karanlığın öyküsü. Hikâye
Conor’ın uzun zamandır sürekli gördüğü kâbusuyla başlıyor ve bu kâbus hikâye
boyunca gizemini korumaya devam ediyor.
“Bir kez
daha durakladı canavar.
Gerçekten
de korkmuyorsun, değil mi?
‘Hayır,’
dedi Conor. ‘Korktuğum şeyler var, ama sen onlardan biri değilsin.’
Canavar gözlerini
kıstı.
Olacağım,
dedi. Seninle işim bittiğinde onlardan biri olacağım.
Conor’ın
hatırladığı son şey, canavarın onu canlı canlı yemek için kükreyerek ağzını
açması oldu.”
Bu canavarın son gelişi olmuyor. Sonraki akşamlarda Conor’ı
tekrar ziyaret ediyor ve ona asıl gelme sebebini söylüyor: Ona hikâyeler
anlatmak. Kendi anlatacağı hikayeler bittikten sonra da Conor’dan 4. hikayeyi,
kendi hikayesini dinlemek istiyor. Kendi gerçeğini. Canavarın anlattığı
hikayeler kitabın içinde ayrı bir kurgu gibi olduğu için kitabın daha da
güzelleşmesini sağlıyor. Patrick Ness her defasında olduğu gibi bu kitabında da
sizi şaşırtıp hikâyelerinde sol gösterip sağ vuruyor. Bu hikâyeler Conor’a
hayatında yol gösteriyorlar ve ne yapıp ne yapmaması gerektiği konusunda
yardımcı oluyorlar.
Annesinin
hastaneye kaldırılmasıyla zaten zor olan Conor’ın hayatında her şey daha da
zorlaşıyor. Zorbalar Conor’la annesi yüzünden uğraşmaya devam ediyorlar, bunun
üzerine bir de en yakın arkadaşıyla kavga eden Conor büyük annesiyle yaşamak
zorunda olduğunu öğrendiğinde kendini iyice kötü bir halde buluyor. Yer
değiştirdikten sonra canavarın onu bulamayacağını düşünse bile bu canavarı
durdurmuyor ve yine saat tam 12.07’de geliyor. Canavar hikâyelerine devam
ederken Conor da gerçekten gelme sebebinin ne olduğunu anlamaya çalışıyor.
Canavar onu Conor’ın çağırdığını söylese de Conor bunu reddediyor.
Herkes
Conor’ın zor bir durumda olduğunu ve rahat bırakılması gerektiğini düşünerek
Conor’dan iyice uzaklaşıyor ve Conor görünmez biri haline geliyor. Bu aşamada
aslında onun gerçekten önemliymiş gibi hissetmesini sağlayan tek şey ise okulun
zorbası Harry ve arkadaşlarının Conor’la uğraşmaya devam etmesi. Harry sonunda
Conor’a en çok nasıl zarar verebileceğini anlıyor ve onu daha fazla görmediğini
söyleyip diğer herkes gibi Conor’ı görmezden gelmeye başlıyor. Yaşadığı onca
şeyden sonra kimsenin görmediği biri olmak ise Conor için bir kırılma noktası.
“ ‘Güle güle O’Malley,’ dedi Harry, Conor’ın gözlerinin
içine bakarak. ‘Artık seni görmüyorum.’ Sonra Conor’ın elini bıraktı, arkasını
döndü ve oradan uzaklaştı. Anton ve Sully iyice şaşkına dönmüşlerdi, ama hemen
sonra onlar da uzaklaştılar. Hiçbiri arkasını dönüp de Conor’a bakmadı.
Yemekhanenin duvarında devasa bir dijital saat asılıydı.
Yetmişli yıllarda son teknoloji ürünü olarak alınmış, artık Conor’ın annesinden
daha yaşlı olduğu halde bugüne dek değiştirilmemişti. Conor, Harry’nin
uzaklaşmasını; arkasına bakmadan, hiçbir şey yapmadan uzaklaşmasını izlerken,
Harry saatin altından geçti. Öğle yemeği 11.55’te başlamış, 12.40’da sona
ermişti. Şimdiyse saat 12.06’yı gösteriyordu. Az önce duyduğu cümle Conor’ın
zihninde yankılandı.
‘Artık seni görmüyorum.’ Harry sözünde duruyor,
uzaklaşmaya devam ediyordu.
‘Artık seni görmüyorum.’ Saat 12.07 oldu. Üçüncü
hikâyenin zamanı geldi, dedi canavar. Conor’ın arkasından.”
Bu
olaydan sonra büyük annesi Conor’ı alıp hastaneye, annesinin yanına götürüyor
ve Conor annesiyle konuşuyor. Hastalığın son aşamada olduğunu ve geriye son bir
tedavileri kaldığını, ama pek bir umut olmadığını öğrendiği zaman kendisi dahil
herkese sinirlenen Conor hastaneden kaçıyor; ve canavara, evinin karşısındaki
mezarlıkta duran porsuk ağacına gidiyor. Canavarı çağırdıysa tek bir sebebi
olduğunu ve bunun annesini iyileştirmek olduğunu düşünen Conor bunu canavara da
söylüyor ve onu iyileştirmesini istiyor. Ama canavar Conor’a 4. hikayeyi
anlatmanın zamanı geldiğini söylüyor ve Conor’ı söylemeye korktuğu gerçeği
söylemek zorunda bırakıyor. Böylece de 4. hikaye yaşanıyor.
İşte
tam da bu noktalarda kitabı okurken ben ve filmini izlerken bütün sinema birden
ağlamaya başlıyoruz. Kitabın hayatımda okuduğum en etkileyici kitaplardan biri
olduğunu söyleyebilirim. Belki de bunun nedeni iki iyi yazar tarafından
yazılmış olması: Taslağını çıkartıp yazmak için zaman bulamayan Siobhan Dowd ve
taslağı devralıp bunu hak ettiği gibi bir hikayeye dönüştüren Patrick Ness.
Aynı anda sayfalarda gördüğünüz çizimler de kitabın etkileyiciliğini arttırıyor
ve kitaba karanlık bir hava veriyor. Bu kitapta en çok hoşuma giden şey de
canavarın insanlara ve hayata karşı bakış açısı ve Conor’a aslında hissettiği
şeylerin normal olduğunu daha önce ayaklandığı zamanların hikayelerini
kullanarak açıklamaya çalışması.
“Sen çektiğin acının sona ermesini diliyordun,
dedi canavar. Kendi acının. Seni artık yalnızlaştırmamasını istiyordun. Bu
son derece insancıl bir istek.
‘Böyle olsun istemedim,’ dedi Conor.
İstedin, dedi canavar. Ama aynı zamanda
istemedin de.
Conor burnunu çekip, önünde bir duvar gibi durmakta olan
yüze baktı. ‘İkisi birden nasıl doğru olabilir ki?’
Çünkü insanoğlu anlaşılması zor bir yaratıktır,
dedi canavar. Bir kraliçe nasıl hem kötü hem de iyi bir cadı olabilir? Bir
prens nasıl hem bir katil hem de bir kurtarıcı olabilir? Bir ispençiyar nasıl
katı kalpli, ama aynı zamanda doğru düşünen biri olabilir? Görünmez adamlar
nasıl kendilerini görünür kıldıkları halde daha da yalnızlaşırlar?”
Kitabın
daha geçen yıl çıkan filmiyse şu ana kadar izlediğim en iyi kitaptan uyarlama
filmdi. En ufak bir detay bile atlanmamıştı, hikâyeler için kullandıkları
görseller bile kitaptaki çizimlere benzetilmeye çalışılmıştı ve kitabın
anlatmaya çalıştığı şeyler çok iyi yansıtılmıştı. Ayrıca Conor’ı oynayan Lewis
MacDougall’ın oyunculuğuysa filme çok fazla şey katmış. Daha iyi bir oyuncu
kullanılamazmış Conor için. Daha önce hiç
okuduğum bir kitabın sinemaya bu kadar iyi yansıtıldığını görmemiştim.