Hırsızın Çaldıkları

"Aslında kitabın neyle ilgili olduğu önemsizdi. Asıl önemli olan, taşıdığı anlamdı..."
KitapHırsızı/Markus Zusak

3 Ağustos 2018 Cuma

"Yüce Manifestoya inanan Cesare Pavese, ölmeden önce,

“Günleri değil, anları hatırlarız, ” diye yazmış.

Çiçek fidanlığına uzanan yolu koştuğumu hatırlıyorum.

En iyi olduğum anlarda yüzündeki gülümsemeyi, kahkahalarını,

bana hiç hata yapamazmışım ve bir bütünmüşüm gibi baktığını

hatırlıyorum. Öyle olmadığımda dahi bakışlarının değişmediğini

hatırlıyorum.

Avcumun içindeki elini, nasıl hissettirdiğini hatırlıyorum; bir

şey ve biri bana aitmiş gibi..."

-Jennifer Niven, Hayatın Kıyısında

18 Nisan 2018 Çarşamba

Mucize


“Bir kitabı kapağına bakarak değerlendirmeyin.”
On yaşındaki Auggie kendisini her ne kadar öyle hissetse de tamamen sıradan bir çocuk değil. Auggie’yi sıradan insanlardan farklı yapan şey dış görünüşü. Auggie yüzünde fiziksel bir hastalıkla doğduğu için normal insanlara benzemiyor. Bu hastalık yüzünden nefes alabilmek ve yemek yiyebilmek gib 
i bir sürü basit şeyi yapabilmek için de bir sürü ameliyat geçirmesi gerekmiş. 23 ameliyatta ellerinden geldiği kadar “normalleştirmişler” Auggie’yi.
5. sınıfa kadar evde eğitim gören Auggie’yi ailesi 5.sınıf için okula göndermeye karar vermiş ailesi. Auggie’nin okula alışması biraz uzun  sürüyor,  ilk günü her ne kadar berbat geçse de bir süre sonra Summer adında bir arkadaş ediniyor. Summer okulda Auggie’ye ön yargılı yaklaşmayan ve bulaşıcı bir hastalığı varmış gibi davranmayan tek kişi oluyor. Auggie ilk arkadaşını edinmenin de etkisiyle okulda o kadar da kötü vakit geçirmediğine karar veriyor.  Bir süre sonra Summer ve August ikilisine Jack de katılıyor. Auggie Jack’le arkadaş olduğu için çok mutlu oluyor.
Kitap hikayeyi 8 farklı kişinin bakış açısından anlatıyor. Öğrenmediğimiz pek bir şey kalmıyor. Bu sekiz kişinin bakış açısını okurken arada bazı sinir olduğum bölümler de vardı. Kendisi her ne kadar iyi kalpli bir karakter olsa da Via’nın sevgilisi Justin’in bölümünün yazım tarzı yüzünden kitabı okurken birkaç defa sinir krizi geçirdim. TEOG sayesinde her gün noktalama kuralları ve yazım kuralları gibi şeylere dikkat ederken Justin’in bölümündeki her şeyin küçük harfli olması ve sadece nokta olması beni biraz çileden çıkartmıştı. Hikaye olarak kitabın en güzel kısımlarından biri olsa da Justin’in bölümünü bitirmek için çok uğraşmıştım, bitirene kadar da canım çıkmıştı.
                Kitapta en çok ilgimi çeken karakterlerden biri Via’nın en yakın arkadaşı olan Miranda oldu. Miranda’ya başta sadece Via’nın bakış açısından baktığımızda kötü bir arkadaş olduğunu düşündürüyor çünkü yazar bize. Ama işin gerçeğini bir de Miranda’dan okuduğumuzda her şey yerli yerine oturuyor ve Miranda kötü bir arkadaştansa daha karışık bir karaktere dönüşüyor. Aslında Miranda da bir bakıma kitabın ana konusunu anlamamızı sağlıyor: ön yargılı olmak.
                Bu yıl filmi çıkan bu kitap beni en çok etkileyen kitaplardan biri oldu. Arada sırada düşünüyorum, Auggie gibi birini görseydim ne kadar kabalık etmek istemesem de kendimi biraz garip hisseder ve en azından bir kere de olsa kendimi bakmaktan alıkoyamazdım. Böyle düşünmek hoşuma gitmiyor ama tamamen görmezden gelirdim demek de kendime yalan söylemek olurdu.  Filmin fotoğrafları ilk yayınlandığında Auggie’nin yüzü beni biraz rahatsız etmişti. Daha sonra yeni fotoğraflar geldikçe alışmaya başladım ve bir anda sevimli bir yüze dönüştü. Sanırım kitabın vermeye çalıştığı mesaj da bu: Birini yeteri kadar tanırsanız, ön yargınızı kırarsınız ve sizin için tamamen başka birine dönüşebilir.
                Filmine gelirsek, kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden biri. Kitapla neredeyse aynı olan film Auggie’nin dış görünüşü hakkında biraz fikrimizin oluşmasına da yardımcı oluyor. Kitabı okuyamıyorsanız bile boş bir zamanınızda kesinlikle oturup filmi izlemenizi tavsiye ederim, çünkü bazı şeylere karşı bakış açınızı değiştiren bir hikaye bu.
“Mümkün olan her şekilde iyilik yapın,
Mümkün olan tüm gücünüzle,
Mümkün olan her yerde,
Mümkün olan her an,
Mümkün olan herkese,
Mümkün olduğu sürece.
-John Wesley’in kuralları”

17 Nisan 2018 Salı

Sherlock


Sherlock’la tanışmam orijinal Sherlock’la olmadı aslında. Okuduğum ilk Sherlock Holmes kitabı “Irene Adler” takma adını kullanan bir yazardan 16-17 yaşlarındaki Sherlock Holmes, 15 yaşındaki Arsen Lüpen ve 13-14 yaşlarındaki Irene Adler’in başından geçenleri anlattığı “Sherlock, Lüpen ve Ben” serisindendi. Hikaye Irene Adler’in tatil için Saint-Malo’ya gelmesi ve surun üzerinde kitap okuyan genç Sherlock Holmes’le tanışmasıyla başlıyor. Holmes Irene’i arkadaşı Arsen Lüpen’le tanıştırıyor. Beraber vakit geçirmeye başlayan üçlü bir gün sahilde yürürken bir ceset buluyorlar ve üzerinden çıkan not yüzünden intihar gibi dursa da Sherlock’un kesin zekası yüzünden bu işte bir iş olduğunu anlayıp araştırmaya başlıyorlar. Bunun sonucunda başlarına bir sürü tehlikeli şey geliyor ama sonunda polisten de önce katili buluyorlar. Sherlock ve Irene tatilden sonra evlerine dönüyorlar ama nasıl oluyorsa sonraki 7 kitapta birden üç arkadaş bir şekilde karşılaşmayı başarıyor ve her defasında bir cinayet de onları izliyor. Üçlünün arkadaşlığı her kitapta daha çok güçleniyor ve başlarına ne gelirse gelsin birbirleri için yapmayacakları hiçbir şey olmayacağını görüyorsunuz. Tabii işin içine giren aşk üçgeni yüzünden arkadaşlıklarının bozulmasından korksak da şu an görünürde bir şey yok. Kim bilir, belki sekizinci kitapta bir şeyler netleşir.
“Kayaların hemen arkasında ve onun birkaç adım ilerisinde durduk. Erkekti. Uzun saçları yüzüne yapışmıştı. Yüzü kumların içindeydi ve uyuyormuş gibi üzgün bir biçimde yatıyordu. Islak ve kuma bulanmış giysileri epey ağırdı. Ceketi, kol düğmeleriyle iliklenmiş gömleği, kadife pantolonu ve tek ayakkabısı vardı. ‘Burada kalın…’ diye emretti Sherlock, uzun bir adımla kayaların üzerinden atlayarak. ‘Dikkatli ol-’ Lüpen beni susturdu. Sherlock dikkatlice birkaç adım atarken kuma hafifçe gömülerek iz bıraktı. Kazazedeye yaklaştı, onu inceledi, çevresinde yarım tur attıktan sonra sonuca vardı: ‘Ölmüş.’ Müthiş bir sıcaklık dalgasının yanaklarıma doğru çıktığını hissettim. ‘Ölmüş mü?’ diye sordum inanamayarak. ‘Ölmüş,’ diye tekrarladı Sherlock.”    -Sherlock, Lüpen ve Ben, Siyahlı Kadın
                Bu harika seriden sonraysa “Genç Sherlock Holmes” adında bir seriyle tanıştım. Bu seride de Sherlock yine aşağı yukarı 14-15 yaşlarında. Bu defa da abisi Mycroft tarafından kırsalda yaşayan bir akrabalarının yanına gönderilen genç Sherlock’un ve ona evde eğitmenlik yapan akıl hocasının başından geçen maceraları okuyoruz. Her nasılsa bu kitapta da Sherlock’un yaşadığı her şey bir şekilde abisi Mycroft ve hükümetin planlarına bağlanıyor. Bu da zaten olan Sherlock hayranlığım yüzünden okuması çok zevkli bir seriydi.
                En sonunda geçen yıl 8. Kitap Fuarı’ndan Sir Arthur Canon Doyle’un eserlerinden birini almam gerektiğine karar verdim ve “Korku Vadisi”ni aldım. Zaten Sherlock’un yaratıcısı olduğu için kitabın ilk yarısı klasik bir Sherlock hikayesiydi ama ilgimi çeken kısım yaşanan cinayeti açıklamak için geçmişe yapılan yolculuk ve geçmişte olan gizli örgütlerdi. Okumayan varsa kesinlikle tavsiye ettiğim bir kitap.
                Sherlock’a olan hayranlığımı biraz daha tetiklemek için gereken tek şey diziyi izlemekti ki geçen yılın 15 tatilinde diziyi de bitirdim. En sevdiğim dizilerden biri haline geldi ve Sherlock adını gördüğüm her yerde heyecanlanmamı sağladı.
                Sherlock’un en ilginç yanlarından biri ise yazarı olan Sir Arthur Canon Doyle ve yaptığı araştırmalar. Sherlock’a merak saldıktan kısa bir süre sonra aldığım “221B” dergisinin bir sayısında Doyle ve yaptığı araştırmalarla ilgili bir yazı vardı. Yazıya göre Doyle’un Sherlock’un aksine göremediği bir sürü şeye inandıyor ve bunların gerçekten olup olmadığını anlamak için araştırmalar yapıyordu. Doyle perilere inanıyordu ve onların varlıklarını kanıtlamak amacıyla bir sürü araştırma yaptı. Bu araştırmalarından biri “Cottingley Perileri Vakası” olarak geçiyor. Doyle hayatının ilerleyen dönemlerinde birçok mistik ve spiritüalist deneyim yaşıyor. Doyle ilk ruh çağırma deneyimini 1887 (bazı kaynaklara göre 1881)’de ediniyor. Aynı zamanda sadece spritüalizm üzerine Türkçe’ye çevrilmemiş 23 kitabı var. Doyle’un ruh çağırma deneyleri yaptığı da biliniyor hatta bunlardan bir tanesinin ses kaydı şu an internette bulunmakta. Ben derginin bu yazısını okuduktan sonra merak edip bir bakmıştım ama bir takım ürkütücü bağırıştan başka pek bir şey yok. Söyledikleri de çok anlaşılmıyor zaten. Yine de ilgi çekici olduğu inkar edilemez.

16 Nisan 2018 Pazartesi

Sisin Sakladıkları


Yanılmıyorsam Miyase Sertbarut’un kitaplarını okumayı öğrendiğim zamandan beri okuyorum. Kitapları hep ilgimi çeken bir yazar.  Kapiland’ın Kobayları, Çöp Plaza, Ara Alem, Sisin Sakladıkları… Bunlar şu an aklıma gelenler. Küçüklükten beri en sevdiğim Türk yazarlardan biri Miyase Sertbarut. Bu defa Miyase Sertbarut’un en sevdiğim kitabı olan Sisin Sakladıkları’nı anlatmak istiyorum.

“Sis o kadar yoğunlaştı ki neredeyse yol görünmez oldu. İlay ürperdi. Nereye gelmişti? Yaşadığı dünyadan ayrılmış, başka bir dünyaya geçmiş gibi duyumsadı kendini. O güne dek zaman zaman sisli havalarda yolculuk yapmıştı birkaç kez; ama böyle sarı bir sisle ilk kez karşılaşıyordu. Teyzesi traktörü daha yavaş kullanıyordu artık, çünkü bir metre öteyi ancak görebiliyorlardı. İçindeki korkuyu dışarıya yansıtmamaya çalışarak sordu İlay...”

            Sisin Sakladıkları 14 yaşındaki İlay’ın geçirdiği gizemli ve heyecan verici yaz tatilini anlatıyor. Sıradan çocukların geçirdiği “heyecanlı yaz tatilleri”nden değil ama bu. İlay’ın da başlarda tek istediği öyle bir tatil geçirmek olsa bile annesi onu yaz kampı yerine köyde yaşayan ve biraz kaçık olan teyzesinin yanına yolluyor. İlay yolda ona iyi bir arkadaş olacak ve macerasında yardım edecek olan Fuat’la tanışıyor. Yolları bir yerden sonra ayrılsa da iletişimde kalıyorlar ve Fuat şehre, İlay da teyzesinin köyüne gidiyor.
            Köye vardığında ilgisini çeken bir şey fark ediyor, büyük ihtimalle siz gitseniz sizin de ilginizi çekerdi bu. Fark etmemek mümkün değil zaten. Bütün köy sis altında kalmış, iki adım ötesi görülmüyor resmen. İlay teyzesinin evine vardığında biraz hayal kırıklığına uğruyor. Şehirde yaşamaya alıştığı için haliyle teknolojiyle büyüyen İlay evde neredeyse hiçbir şey olmadığını görünce, üstüne de köyde telefonun bile çekmediğini fark edince yazı geçirmek konusunda endişeleniyor ve bir an önce eve dönmek istiyor.
            Zaten babasından teyzesinin kaçık olduğunu duyan İlay ilk gece teyzesini bir kargayla konuşurken duyunca iyice endişeleniyor. Ama teyzesinin konuştuğu karga sıradan bir karga değil. Mavi Karga o, yüzlerce yıl yaşamış olan ve konuşabilen bir karga. İlay’ın ataları Mavi Karga’ya konuşmayı öğretmişler ve her nesilde birinin unutmaması için ona sahip çıkmasını söylemişler. Mavi Karga sadece konuşmakla kalmıyor aynı zamanda kargalara göre bile aşırı keskin bir zekası var.
            Çok geçmeden Mavi Karga ve İlay arkadaş oluyorlar ve köylerini sisler altında bırakan gizeme karşı beraber savaşıyorlar: İnsan klonlama!

            Kitap her ne kadar güzel başlasa da sonradan tüyler ürpertici bir havaya bürünüyor ve dünyada cidden bu tür şeyler olup olmadığını sorguluyorsunuz, sonuçta olsa da haberiniz olmayacak değil mi? Kitapta insanoğlunun bencilce bir amaç uğruna ne kadar fazla şeyi feda edebileceğini gösteriyor Miyase Sertbarut bize. Sırf kendi çıkarları için bir sürü insanın, hatta çocuğun, köy halkının acı çekmesine sebep oluyor ve doğayı da kirletiyor bu hikayedeki kötü bilim adamları. Ama doğa her zaman intikamını alır, bu defa da doğanın intikamını mavi bir karga alıyor.

15 Nisan 2018 Pazar

Tobie Lolness



 Tobie’nin dünyası neredeyse bizimkinin aynısı diyebiliriz, sadece bizimkinin minyatür bir versiyonu. Aynı insan çeşitleri, aynı sorunlar… Tek fark Tobie’nin dünyasının milimetrik bir dünya olması. Tobie 1,5 milimetrelik bir çocuk. Tobie’nin ailesi Ağaçtaki saygın ailelerden bir tanesi; babası Sim Lolness bir bilim adamı, annesi Maïa ise Doruklar’ın büyük bölümüne sahip, zengin, toprak sahibi ailelerinden birinin tek kızı. Sim’in en büyük amacı diğer insanlara Ağacın canlı olduğunu kanıtlamak ama Ağaç Jo Mitch gibi bir diktatör tarafından onun çıkarları doğrultusunda yönetilirken bunu yapmak epey riskli bir iş. Jo Mitch evcilleştirdiği iki yaprak biti sayesinde başarıya ulaşan, bunun sonrasında da elindeki her şeyi insanların üzerinde baskı kurup onları korkutarak kendine bir diktatörlük oluşturan bir sınır muhafızı. Ağaçtaki kimse Jo’ya karşı çıkamaz, herkes Jo’yu destekler ve desteklemek zorundadır. Böyle bir ortamda Sim Lolness gibi bir bilim adamı yaşadığı çevreyi korumak için Jo Mitch’e ve savunduğu her şeye karşı gelmeyi göze alıyor. Böylece sadece kendisi için değil, ailesi için de hayatı zorlaştırıyor. Sim ve ailesi Sim’in sırrını açıklamayı reddettiği ve Jo’ya karşı gelen yeni buluşu yüzünden ölüme mahkum ediliyorlar. Anne babası götürülürken Tobie çevikliğini kullanarak kaçmayı başarıyor ve Ağaçtaki insan avı başlıyor.
                Ailesinden ayrılmış bir çocuk olması yetmezmiş gibi Tobie’nin güvenebileceği hiç kimse kalmıyor. Bir zamanlar arkadaşı olan herkes ona korku veya ödül gibi nedenlerden ihanet ediyorlar. Toby tek başına kaçmaya devam ediyor ve bu zalim dünyada tek başına hayatta kalıyor. Uzun süre tanıdığı herkesten ve ödül avcılarından kaçtıktan sonra bir göl kıyısında dinlenmeye karar veriyor ve burada Elisha’yla karşılaşıyor.  Elisha Tobie’nin hikayesini öğrendikten sonra ona yardım etmeye karar veriyor ve Tobie’nin güvenebileceği tek kişi oluyor.  Tobie kışı Elisha ve annesinin evinin yanındaki mağarada geçiriyor ve dışarı çıktığı zaman Elisha ve annesinin eski arkadaşı olan ama artık Jo Mitch’e çalışan Leo tarafından kaçırıldığını öğreniyor.  Tobie ailesini ve Elisha’yı kurtarmak adına çıktığı yolculukta Ağacın da dışında bir dünya olduğunu ve sadece Ağacı değil Ağacın dışını da korumaları gerektiğini öğreniyor.  Hikayenin sonunda kahramanımız ailesini ve Elisha’yı kurtarıp, Jo Mitch’i alt edip mutlu sona ulaşıyor.
                Kitapla ilgili en çok hoşuma giden kısım Tobie’nin yaşına ve başından geçen şeylere rağmen pes etmemesi ve sevdikleri için sonuna kadar savaşmaya devam edebilmesi. Tobie sevgi ve inancın önemini tekrardan kanıtlayabilen bir karakter. Ailesine olan sevgisi ve onları kurtarabileceğine olan inancı, Elisha’nın Tobie’ye olan inancı, Ağacı koruyabileceklerine inanmaları… Her şeyiyle size sevgi ve inançla zorlukların üstesinden gelinebileceğini anlatan bir kitap.

14 Nisan 2018 Cumartesi

Biz, Ölümlüler


“Indie çocuklar mı? Sizin gittiğiniz okulda da vardır muhtemelen. Şu ikinci elcilerden giyinen ve isimleri ellilerden kalma olan, havalı-inek saç kesimli gruptan bahsediyorum. Şu hep iyi çocuğu oynayan ve asla kaba olmayan ama vampirler geldiğinde ya da uzaylı kraliçe tüm ışığın kaynağına ihtiyaç duyduğunda seçilmiş kişi olduğu ortaya çıkan tiplerden. Mezuniyet balosuna gitmez ya da şiir okurken cazdan başka müzik dinlemezler. Bunun için fazla havalıydılar. Hep kahramanları oldukları hikayeler vardı. Geri kalanlarımız ise burada yaşıyorduk işte; sınırlarda oyalanıp genellikle dışarıda bırakılıyorduk. Ama aynı zamanda indie çocuklar baya sık ölüyorlardı. Berbat bir his olsa gerek.”
                Micheal 16 yaşında, yaşına göre çok zeki olan ama anksiyete bozukluğuna sahip olan sıradan bir çocuk.  Sıradan “kahramanların” aksine Micheal’ın hiçbir özelliği yok, döngülerde takılı kalması ve hayatını zorlaştıran bir hastalığı olması dışında. Micheal’ın tek istediği şey liseden mezun olmak, baloya gitmek ve birileri okulu tekrar havaya uçurmadan Henna’ya çıkma teklifi etmek.
Patrick Ness yine yaratıcılığını konuşturup “en sevdiğim kitaplar” dediğim listeye giren bir kitap yazmış. Bu defa da kitabın ilgi çekici yanı konusunun yanı sıra kitabın bakış açısı. Sıradan fantastik kitapların aksine Patrick Ness’in Biz, Ölümlüler’inde dünyayı tehdit eden şeyler ve bunları engellemek zorunda olan kahramanlar değil; bütün bunlar olup biterken civarda yaşayan sıradan insanlar, normal bir kitapta “yan karakter” olacak kişiler ön planda. Kitapta “indie çocuklar” olarak geçen kahramanlar Patrick’in “yeni çıkan, ölüm getiren şey her ne ise” diye bahsettiği tehditle savaşırken biz Micheal’ın gözünden Micheal’ın hayatında olan biten şeyleri okuyoruz. İlk defa bir yan karakterin gözünden dünyanın sonunun nasıl bir şey olduğunu görüyoruz aslında.
                Kitabımızın ana karakterleri Micheal, ablası Melinda, arkadaşları Henna ve Jared ve yeni çocuk Nathan. Her ne kadar “sıradan” insanlar olsalar bile hiçbiri gerçek anlamda normal değil. Micheal’ın psikolojik bir hastalığı var, ablası Melinda ölmüş ve tekrar geri gelmiş, en yakın arkadaşı Jared’a kedi tanrıçası olan büyük annesi yüzünden kediler tapıyor ve ailesi sürekli savaşlarda yer alan Henna’nın ise abisi ölmüş. Nathan içinse yeni olması bile yetiyor.
                Bence yazarın kitapta anlatmak istediği şey belki dünyayı tehdit etmeseler bile herkesin sorunları olduğu ve bunlarla başa çıkmanın en az dünyayı kurtarabilmek kadar zor olması. Belki dünyayı kurtarmak kadar ihtişamlı gözükmeseler bile hepsi kendi çapında büyük zorluklarla kazanılmış başarılar. Biraz da alttan alttan “kimsenin sorunu önemsiz ya da küçük değildir” mesajını veriyor bence.
               

13 Nisan 2018 Cuma

Aynı Hayatın İçinde


“Hayat devam ediyor” klişesini bir kenara bırakırsak, ben Mado Yazinsky; henüz on beş yaşındayım ve ailemizin dağılan parçalarını bir araya getirmek bana düşüyor. Özgür ruhlu Patty, karnındaki babasız büyümeyi garantilemiş bebeği ve ben yeni bir hayat kurmalıyız.
 Bu kitap birbirine tamamen zıt kişilikleri olan iki kişinin birlikte yaşamak zorunda kalmasını ve bu süreçte başlarından geçenleri anlatıyor. Böyle söyleyince sıkıcı geliyor olabilir ama kesinlikle sıkıcı bir kitap değil. Kendisi daha ilk sayfalardan favori kitaplarımın arasına girdi. Kitabın ana karakterleri olan Mado ve Patty anne babalarını kaybetmiş iki kardeş. Mado 15 yaşında, mükemmeliyetçi ve sorumluluk sahibi bir kızken ablası Patty 20 yaşında, umursamaz ve olabildiğince sorumluluklarından kaçan biri. İki kardeşin anne babaları trafik kazasında ölüyor, bunun sayesinde bir süre önce evden ayrılan Patty küçük kardeşinden ayrılmamak için vesayetini alabilmek uğruna her şeyi yapmayı göze alıyor.   
 Patty Mado’nun vesayetini almak için Sosyal Hizmetlere sorumlu biri olduğunu kanıtlamaya çalışırken hamile olduğunu öğreniyor ve bu işleri daha da zorlaştırıyor. Patty başta çocuğu istemese de Mado onu ikna ediyor. Daha sonra Patty ve Mado ailelerinin kaza yaptığı yaz evine gidip yaşadıkları şeylerle yüzleşmeye karar veriyorlar ve yazın büyük bir bölümünü orada geçiriyorlar.
                Kitabın da büyük çoğunluğu ailelerinin yaz evinde geçiyor ve en eğlenceli kısımlar da orada başlıyor. Patty ve Mado gölde yüzmeye gittiklerinde komşuları olan Hollandalıların çocukları Daan ve Sander’le tanışıyorlar ki en çok hoşuma giden sahneler Hollandalılarla beraber oldukları sahnelerdi. Sander aşağı yukarı Mado’nun yaşlarında, Daan da yine aşağı yukarı Patty’nin yaşlarında iki çocuk. Hollandalılar evlerine dönene dek beraber vakit geçiriyorlar. Bu sırada Patty ve Daan iyi arkadaş oluyorlar ve Sander ve Mado da birbirlerine âşık oluyor.
                Yazinsky ailesinin evi şehre uzakta olduğu için etrafta ne eczane ne de hastane olmasa da Patty doğuracağını fark ettiği zaman Mado’nun zekası ve soğukkanlılığı sayesinde hiç kimseye ihtiyaçları bile olmuyor. Patty çocuğu doğurduktan birkaç gün sonra Mado ve Mado’nun Robinson adını verdiği çocuğu yaz evinde bir başlarına bırakıp kaçıyor. Mado uyanıp bunu fark ettiğinde ablasının sorumsuzluğuna sinirleniyor ama yapabileceği bir şey olmadığını fark ediyor. Yaz evinden ayrılmasının bile çok zor olacağını düşünürken Robinson’ın babası ve Patty’nin sevgilisi olan Luigi nasıl olduklarını görmek için yaz evine uğruyor. Mado ona durumu anlattığı zaman Mado ve Robinson’ı arabasına alıyor ve beraber Patty’yi aramaya çıkıyorlar. Yolda patlayan tekerler ya da Robinson’ın ağlaması gibi bir sürü şeyle başa çıkmaları gerekse de sonunda Patty’yi buluyorlar ve Mado Patty’nin ilk defa yaptıkları için pişman olduğunu fark ediyor. En sonunda Patty ne kadar korksa da hem kardeşine hem de kendi çocuğuna bir anne olmanın sorumluluğunu alıyor ve hem Robinson için hem de Mado için bir aile kurmayı başarıyor. Mado da hem Robinson için hem de onun için parlak bir gelecek gördüğü için uzun zaman sonra ilk defa rahatlıyor.
                Aslında kitapta Mado ve Patty’nin kişilikleri değiştirilseydi hiçbir sorun çıkmazdı. Patty sorumsuz bir çocuk gibi davranırken Mado bütün sorumluluğu üzerine alıp bir anne gibi davranıyor. Her ne kadar istemese bile her şeyin yolunda gitmesini istediği için Patty’nin yapması gereken görevi üstleniyor Mado. Kitabın en ilginç yanı da büyük ihtimalle Mado ve Patty’nin birbirlerine zıt karakterleriydi bence.


10 Nisan 2018 Salı

Hayal Gücünün Sınırları: Rol Yapma Oyunu


Şu ana kadar oynadığınız bütün oyunları düşünün. Video oyunlarından sokakta oynanan oyunlara kadar her şey dahil buna.  Bunların arasından en sevdiğiniz hangisi? Unutmayın, her tür oyun olur.  Eğer kuralsızlığı seviyorsanız, biraz da hayal gücünüz varsa ve en önemlisi okumaktan, hikayelerden zevk alıyorsanız tam size göre bir oyunum var.
            Birçok şeyde olduğu gibi bu oyunun da bir sürü alt dalı var. Ben size benim ilk tanıştığım versiyonunu anlatacağım.  Role-playing game yani rol yapma oyunu (kısaca rp) dediğimiz oyunun orijinal versiyonu kalem ve kağıt rp’dir. Türkiyede genel olarak FRP adıyla bilinir. Tabii her zaman kalem ve kağıt kullanılarak yapılmak zorunda değil, özellikle kendinize iyi bir rp eşi bulduysanız mesaj üzerinden bile yapılabilir. FRP’de olayların tamamı, karakterlerin konuşması, düşünceleri ve her türlü şey yazı şeklinde aktarılır. RP yapabilmek için önce kendinize bir hikaye seçmeniz gerek. İsterseniz zaten yazılmış olan bir hikayeyi alabilirsiniz ve ona kendi yorumunuzu katarsınız, isterseniz varolan bir kurgusal dünyada geçen yeni bir hikaye yazarsanız, isterseniz de  tamamen kendinize ait bir şey oluşturursunuz. Hikaye seçiminden sonra orjinal karakterinizi yaratırsınız ki her hikayenin en önemli unsurlarından olan karakter burada da çok önemli bir yere sahip. Karakteriniz oyun boyunca sizi temsil edecek. Bazıları karakterleri kendilerinden alarak yaratır, bazıları da tamamen farklı şeyler yazmaya çalışır. Bazen yarattığınız karakterler hep benzer özelliklere sahip olurlar bazen de tamamen farklı kişilere dönüşürler. Benim yarattığım karakterlerden örnek vermek gerekirse ana karakterimin özellikleri çok sıradışı bir durum olmadığı sürece pek değişmiyor. Kendi karakterlerimi gözden geçirdiğimde neredeyse hepsinin biraz utangaç biraz da özgüvensiz karakterler olduğunu fark ettim. Aslında bütün cesaretleri içlerinde bir yerde ters giden bir şey için saklı. Her zaman günü kurtarmaya hazırlar ve bunu yapıp sevdiklerini korumak için kendilerini feda etmeye hazırlar. Ailelerine ve arkadaşlarına değer veriyorlar, sevdikleri birine dokunursanız kendinizi hazırlasanız iyi olur. Dışardan her ne kadar sevimli ve korkak gözükseler de gerektiği zaman içlerinde saklı olan cesareti kullanabiliyorlar.
            Bu oyunu oynamak istiyorsanız kendinize iyi bir rp eşi bulmanızı öneririm, istediğiniz zaman sizinle oynayabilecek biri; çünkü kendinizi bir kere kaptırdığınızda karşıdan gelecek cevabı beklemek eziyete dönüşebiliyor. Sadece bir kişiyle yapmak istemiyorum, bir sürü karakter istiyorum diyorsanız da kendinizi atabileceğiniz bir sürü rpg grubu var. Ben bu oyunla onlardan bir tanesinde tanışmıştım mesela. Bu tür gruplarda çok fazla kişi ve çok fazla karakter olduğu için “karakter kartı” dediğimiz şeye ihtiyaç duyabiliyorsunuz. Karakter kartı aslında aklınızdan bir karakter yaratmakla aynı şey, sadece bu karakteri beraber rp yapacağınız insanlara tanıtmış oluyorsunuz. Ideal bir karakter kartında karakterinizin adı, yaşı, kişilik özellikleri ve geçmişi bulunur. Hikayeniz doğaüstü bir şeyse buraya “güçleri” kategorisini de ekleyebilirsiniz. Her şey size kalmış aslında.
           
            Oyunumuzun başka bir kategorisi de Live Action Role Playing yani Canlandırmalı Rol Yapma oyunları, yani kısaca LARP. LARP’de oyuncular karakterleri kendileri canlandırırlar. Her oyuncu bir karakteri canlandırırken bazen bir oyuncu da oyun yöneticisi olup senaryoyu hazırlar, kuralları belirler ve karakterlerin iradesi dışında gerçekleşen olayları kontrol eder.
           
            RPG oyunlarının bilgisayar versiyonunu atlarsak bir dönem çok moda olan ve hala da sevenleri tarafından canlılığı devam ettirilen Masaüstü FRP Oyunları var.  Aslında diğer kategorilerden pek bir farkları yok, masaüstü oyunları sadece. Bu kategoriye örnek vermek gerekirse zamanında geekler arasında çok popüler olan Zindanlar ve Ejderhalar var. Bunda da yine piyon tarzı şeyler oyuncuları temsil eder, oyunun kendi tahtası, bir kural kitabı ve bir yöneticisi vardır. Yönetici savaşı planlar ve savaşta oyuncuları yönlendirir. Oyuncular zar atarak oynarlar ve yapacakları hamleleri o şekilde belirlerler. Her ne kadar ilk bahsettiğim çeşidi çok sevsem de özellikle bu halini de denemeyi istiyorum. Uzun zamandır bu oyunu arasam da hala bulamadım, umarım bir gün bulup bu halini de deneyebilirim.

2 Nisan 2018 Pazartesi

Percy Jackson ve Olimposlular


Herkesin hayatında çok özel anlamları olan şeyler vardır. Benim için bunlardan bir tanesi Percy Jackson ve Olimposlular serisi. Bu seri başlarda ön yargıyla baktığım şeylerden biriydi, sonra bir gün annem televizyondaki “Şimşek Hırsızı”nı izlemeyi önerdi. Filmi izledikten sonra o kadar çok beğendim ki annemin bütün itirazlarına rağmen ertesi gün kitabı okumakta ısrar ettim ve aynı gün ilk kitabı bitirdim. Kendimi seriye kaptırmamla beraber ilk seriyi bitirmem bir oldu. Bu sıralarda da kendimi Percy Jackson dünyasının içinde buldum. Sadece bu seriyle ilgili sayfalar ya da instagram hesapları keşfediyordum ve benden başka insanların da bu seriye ilgili olması hoşuma gidiyordu. Şu an hala tabletime dönüp baksam o günlerde indirdiğim hayran çizimleri hafızamın yarısından fazlasını kaplıyordur hatta.
Percy Jackson aslında çok basit bir fikirden doğmuş bir kitap serisi: Uyku öncesi masalları. Kitapların yazarı oğlu uyumadan önce ona hep mitolojik hikayeler anlatırmış. Bir gün anlatabileceği efsaneler tükenmiş ve oğlundan esinlenerek bir karakter yaratmış, sonra da onun hikayelerini oğluna anlatmaya başlamış. Daha sonra  bu fikrini bir kitaba dönüştürmeye karar vermiş. Kitabın konusu babasının bir yunan tanrısı olduğunu öğrenen 12 yaşında bir çocuğun başına gelen şeyler. Başına gelmedik şey kalmıyor da diyebiliriz hatta. Kitabın eğlenceli anlatımı hayranları kendine bağlayan şeylerden bir tanesi. Bir diğeri de herkesin sevgilisi Percy. Yazarın şu an genel olarak aynı karakterleri taşıyan 3 farklı serisi var ve Percy’nin göz önünde oluşu her birinde giderek azaldığı için çoğu hayran bu konuda biraz mutsuz. Çoğu kişi hem Percy’yi geri istiyor hem de yazara “Yeter artık bir rahat ver şu çocuğa.” tepkisini veriyor. Herkesin hemfikir olduğu bir şey varsa o da eski karakterlerin dinlenmeyi ve mutlu olmayı hak etmesi.
İlk kitapta işler Percy’nin bir yarı-tanrı olduğunu öğrenmesiyle kızışıyor. Percy daha sonra kendisini tanrılar ve titanlar arasındaki devasa bir savaşın içinde buluyor. Hatta savaşın en önemli parçası olduğunu öğreniyor. Onun hakkında olduğu düşünülen kehanet de sadece ortamı geriyor. İlk kitapta hayal kırıklıkları, yeni dostluklar ve ihanetler görüyoruz. Sonraki kitaplarda ana üçlümüz olan Percy, Annabeth ve Kıvırcık’ın birbirlerine nasıl bağlandıklarını izlerken bir yandan bir grup çocuğun ilahi güçler arasında olan ve bütün dünyanın kaderini belirleyebilecek bir savaşı durdurmaya çalışmasını görüyoruz.
                Bana sorarsanız Percy Jackson kitaplarındaki en önemli unsur hep dostluktu hep de dostluk olacak. Kitapta bahsi geçen “Herkesin bir ölümcül hatası vardır.” konuşmasında da Percy’nin ölümcül hatasının arkadaşlarına fazlaca değer vermesi olduğunu söylüyorlar.  Seri boyunca dostluk kavramı bir sürü şeyi tersine çevirebiliyor.
                Bu serinin hayatımda çok önemli bir yeri var. Sadece sevdiğim bir kitap değil, aynı zamanda bir sürü yeni arkadaş edinmeme sebep olan şey aslında. Başlarda bahsettiğim Percy Jackson dünyasını araştırdığım zaman girdiğim gruplar sayesinde bir sürü harika insanla tanıştım. Başta kısa ve geçici bir arkadaşlık olacağını düşündüğüm arkadaşlıklar şu an 3 yıldır süren arkadaşlıklara döndü. Yakın zamanlarda Percy Jackson sayesinde tanıştığım insanlarla kitap fuarına gittik hatta, hayatımın en güzel günüydü.
                Bu defa kitabın kendisinden çok kitabın bana kattıklarını anlatmış oldum ama bir defalık da böyle olsun. Percy Jackson ve Olimposlular serisi hayatımda bir sürü şeyi etkiledi ve şu anda olduğum yere gelmemi sağlayan etkenlerden biri oldu. Öyle ki sınıfta bile edindiğim ilk arkadaşımı elindeki Percy çizimi sayesinde edindim. Bu yüzden bu seri bana göre sıradan bir seri değil ve benim için özel bir yeri var.

24 Mart 2018 Cumartesi

Pal Sokağı Çocukları


İlk bakışta ne kadar iyi, ne kadar masum bir kitap gibi gözüküyor Pal Sokağı Çocukları… Oysaki kitabın sonuna kadar aslında içinde neler barındırdığını tam olarak anlamıyorsunuz. Hele ki “Çocuk kitaplarında en kötü ne olabilir ki?” bakış açısına sahip olan biriyseniz, bu kitap duygusal dengenizi ve bütün bakış açınızı çökertmek için hazır.
                Pal Sokağı Çocukları’na başlarken bu kitaba tamamen yukarıdaki bakış açısıyla bakıyordum. Biraz çocuk klasiği olmasının da etkisi vardı tabii bunda. Kitabı okurken gayet eğlendim, çünkü kitabın konusu tam da sevdiğim ve özlediğim tarzda bir arkadaşlık hikayesiydi. Hikayede biraz ilerledikçe konu biraz daha derinleşiyor aslında, bir grup çocuğun kendi aralarındaki savaşlarını ve birliklerini anlatıyor. Hikaye Pasztor kardeşlerin Nemescek ve arkadaşlarının bilyelerine el koymasıyla gelişiyor, Nemecsek ve arkadaşları kendilerine “Pal Sokağı Çocukları” adını takıp onlara ait olan arsalarında oynarlarken bir de “Kızılgömlekliler” dedikleri başka bir oyun alanına sahip olan “düşmanları” var. Pazst
or kardeşler de Kızılgömleklilerin en güçlülerinden oldukları için Nemecsek ve arkadaşları bir şey yapamıyorlar. Kitabın başında biraz bu duruma kızıyorsunuz ama bu sahne aslında kitabın en önemli sahnelerinden biri, bu sahne Nemecsek’in karakter gelişiminin başladığı sahne. Burada korkak olarak gördüğümüz grubun en ufağı olan Nemecsek’in sonradan nasıl kararlı, sadık ve cesur birine dönüştüğünü anlamamızı sağlıyor bu sahne.
                Nemecsek kitabımızın ana karakteri ve yukarıda bahsettiğim gibi kitap boyunca Nemecsek’in gelişimini izliyoruz. Arsa’daki herkes rütbeliyken er kalan Nemecsek, korkak olduğu için adı kayıt defterine küçük harflerle yazılan Nemecsek, bilyelerini korumaya bile cesaret edemeyen Nemecsek ve Arsa’nın kurtarıcısı,  yüzbaşı, cesur Nemecsek… Aslında bütün hikaye Nemecsek’in ve çok sevdiği arsası için yaptıklarının etrafında dönüyor. Eninde sonunda herkes sevdiği şeyleri korumak için bir fedakarlık yapmak zorunda kalır tabii, tıpkı Nemecsek’in de yaptığı gibi.  Kimileri boş zamanını feda eder sevdiği şeyleri yapabilmek için, Nemecsek ise çok sevgili Arsa’sını korumak için canını bile feda etmeye hazırdı ki öyle de oldu. Benim için ilk darbe Nemecsek’in Arsa’yı korumak uğruna ölmesi oldu bu kitabı okurken. Tam her şeyin bittiğini ve daha kötü bir şey olamayacağını düşündüğümdeyse Arsa’nın yerine bina yapılacağı için Nemecsek’in ölümünün aslında bir hiç uğruna olması ölümcül darbeyi yaptı. Eğer çocuk kitaplarında kötü şeyler olmadığını düşünen biriyseniz Pal Sokağı Çocukları bakış açınızı tamamen değiştirecek bir kitap. Bu güzel ama aynı zamanda hüzünlü olan arkadaşlığın ve mücadelenin hikayesini herkes okumalı bence.

11 Mart 2018 Pazar

Çizgili Pijamalı Çocuk-Zirvenin Dibindeki Çocuk


Çizgili Pijamalı Çocuk beni çok etkileyen, birçok yönden beni aydınlatan ve birçok şeye bakış açımı değiştirmemi sağlayan bir kitap. Kitabı erken yaşlarda okumamla bu kadar çok ilgimi çeken tarihin karanlık yanlarıyla ilk defa tanışmış oldum. Çizgili Pijamalı Çocuk aynı zamanda bana ilk defa bütün hikâyelerin mutlu sonla bitmediğini gösteren kitap oldu. Bir hafta boyu etkisinden çıkamadığım kitap aynı zamanda beni şu an en sevdiğim iki yazardan biri olan John Boyne’la tanıştırdı. Eğer bir kitabın kalbinizi kırmasını istiyorsanız bu konuda John Boyne’un kitaplarına güvenebilirsiniz.
                Şu ana kadar okumadıysanız Çizgili Pijamalı Çocuk kesinlikle okumanız gereken bir kitap. Dostluk kavramını çok iyi yansıtmasının yanında savaşa ve getirdiklerine çok daha farklı bir bakış açısından bakmanızı sağlıyor. Kitabı okuduğumda ana karakterimiz olan Bruno’yla aynı yaştaydım ve direkt olarak savaşa vurgu yapmasa bile savaşın insanlara olan etkilerini kendi yaşımdaki bir çocuğun gözünden gördüm. Tarih küçüklükten beri ilgimi çekse bile o zamana kadar hiç savaşlara yönelmemiştim hatta bu kitabın biraz kafamı karıştırmasını sağlamıştı. Haliyle dördüncü sınıfta 2. Dünya Savaşı Almanyası’yla ilgili pek bilgim olmadığı için kitabın sonu benim için birileri bana açıklayana kadar biraz havada kalmıştı. Bu son dokuz yaşındaki beni hem derinden etkilemiş hem de Nazi Almanyası’na ilgimi çekmeyi başarmıştı. Ne zaman düşünsem gözlerimi dolduran hikâyesiyle Çizgili Pijamalı Çocuk Hitler Dönemiyle ilgili okuduğum ilk kitap olsa da son olmadı.  
                Biri Yahudi, diğeriyse saygın bir Alman askerinin oğlu olan iki çocuğun hikâyesini anlatan bu kitap benim için tamamen farklı bir dünyaya açılan bir kapı yarattı. Çizgili Pijamalı Çocuk’tan sonra Kitap Hırsızı, Zirvenin Dibindeki Çocuk ve Anne Franke’in Hatıra Defteri gibi kitaplarla tanıştım. Hepsi bana farklı bakış açıları katan ve beni derinden etkileyen kitaplar oldu. Öyle ki Hitler Dönemi kitaplarda favori konum haline geldi. Bunların arasındaki Zirvenin Dibindeki Çocuk’sa bana en iyi ve en masum olanın bile içinde bir parça kötülük olduğunu ve sizi ele geçirmek için fırsat kolladığını öğretti.  Kitap savaşta önce ailesini sonra da kendi benliğini yitiren bir çocuğun hikâyesini anlatıyor.
                Bu kitabı okurken John Boyne’un en sevdiğim yazar haline geldiğini fark ettim çünkü daha önce hiç bu tür bir şey görmemiş, hissetmemiştim. John Boyne önce bir karakteri delicesine sevmemi, sonra da ondan iğrenmemi sağlayabilen ilk ve tek yazar oldu. Kitabın sonunda düşüncelerimi en iyi özetleyen şey Berghof’un aşçısı olan Emma’nın sorusuydu:
“’Sana ne oldu, Pierrot?’ diye sordu. ‘Buraya ilk geldiğinde ne kadar tatlı bir çocuktun. Masum insanların ahlaksızlaşması bu kadar kolay mı?’”
Pierrot “Pieter” Fischer sırf biraz saygı görmek, hatta saygıdan çok korkulmak için onu kendisi yapan her şeyden vazgeçen bir karakterdi ve Pierrot’un Yahudi arkadaşıyla hayaller kuran o küçük çocuktan Hitler’in toplama kampları planlamasına yardım eden bencil ve iğrenç biri olan Pi

eter’e dönüşmesini izlemek belki de şu ana kadarki bütün favori karakterlerimin ölümünü izlemekten daha zor bir şeydi. Bu kitap bana insanların güç için dönüşebilecekleri canavarı gösterdi.
“Dünya iyi insanlar ve Ölüm Yiyenler diye ikiye ayrılmaz, Harry. Hepimizin içinde hem aydınlık hem de karanlık bir taraf vardır. Önemli olan hangisini seçtiğimizdir. Bizi biz yapan budur.”
 -Sirius Black, Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı


17 Şubat 2018 Cumartesi

Zamanın içinde akıp giden yıl sayısı kadar ismim var benim! diye kükredi canavar. Avcı Herne’yim ben! Cernunos’um! Ölümsüz Yeşil Adam’ım! Kocaman bir kol hızla aşağıya indi ve Conor’ı kavrayıp havaya kaldırdı; rüzgar çevrelerinde dönüp duruyor, canavarın yapraksı tenini hışımla kabartıyordu. Ben kim miyim? Diye kükredi canavar bir kez daha. Dağların tutunduğu omurgayım ben! Nehirlerin döktüğü gözyaşlarıyım! Rüzgarı soluyan akciğerlerim! Geyiği öldüren kurt, fareyi öldüren şahin, sineği öldüren örümceğim! Ölen geyik, fare ve sineğim! Bu dünyanın kendi kuyruğunu yiyen yılanıyım! Evcilleştirilmemiş ve evcilleştirilemez her şeyim! Conor’ı gözlerinden birine yaklaştırdı. Ben vahşi doğayım, Conor O’Malley ve senin için geldim.

         Canavar gece yarısından hemen sonra çıktı ortaya, tesadüfen ben de kitabı okumayı bitirdiğimde saat tam kitapta bahsedildiği gibi 12.07’ydi. Bu küçük tesadüf çok hoşuma gitmişti, hikâye gerçekmiş gibi hissetmemi sağlamıştı. Ama okuduğum başka şeylerden de deneyimlediğim kadarıyla hikâyenin gerçek olması her zaman o kadar da güzel olmuyor. Özellikle de bunun gibi üzücü bir hikâyeyse.
Canavarın Çağrısı, annesi kanser tedavisi gören on üç yaşındaki Conor’ın yaşadığı karanlığın öyküsü. Hikâye Conor’ın uzun zamandır sürekli gördüğü kâbusuyla başlıyor ve bu kâbus hikâye boyunca gizemini korumaya devam ediyor.
“Bir kez daha durakladı canavar.
Gerçekten de korkmuyorsun, değil mi?
‘Hayır,’ dedi Conor. ‘Korktuğum şeyler var, ama sen onlardan biri değilsin.’
Canavar gözlerini kıstı.
Olacağım, dedi. Seninle işim bittiğinde onlardan biri olacağım.
Conor’ın hatırladığı son şey, canavarın onu canlı canlı yemek için kükreyerek ağzını açması oldu.”

Bu canavarın son gelişi olmuyor. Sonraki akşamlarda Conor’ı tekrar ziyaret ediyor ve ona asıl gelme sebebini söylüyor: Ona hikâyeler anlatmak. Kendi anlatacağı hikayeler bittikten sonra da Conor’dan 4. hikayeyi, kendi hikayesini dinlemek istiyor. Kendi gerçeğini. Canavarın anlattığı hikayeler kitabın içinde ayrı bir kurgu gibi olduğu için kitabın daha da güzelleşmesini sağlıyor. Patrick Ness her defasında olduğu gibi bu kitabında da sizi şaşırtıp hikâyelerinde sol gösterip sağ vuruyor. Bu hikâyeler Conor’a hayatında yol gösteriyorlar ve ne yapıp ne yapmaması gerektiği konusunda yardımcı oluyorlar.
                Annesinin hastaneye kaldırılmasıyla zaten zor olan Conor’ın hayatında her şey daha da zorlaşıyor. Zorbalar Conor’la annesi yüzünden uğraşmaya devam ediyorlar, bunun üzerine bir de en yakın arkadaşıyla kavga eden Conor büyük annesiyle yaşamak zorunda olduğunu öğrendiğinde kendini iyice kötü bir halde buluyor. Yer değiştirdikten sonra canavarın onu bulamayacağını düşünse bile bu canavarı durdurmuyor ve yine saat tam 12.07’de geliyor. Canavar hikâyelerine devam ederken Conor da gerçekten gelme sebebinin ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Canavar onu Conor’ın çağırdığını söylese de Conor bunu reddediyor.
                Herkes Conor’ın zor bir durumda olduğunu ve rahat bırakılması gerektiğini düşünerek Conor’dan iyice uzaklaşıyor ve Conor görünmez biri haline geliyor. Bu aşamada aslında onun gerçekten önemliymiş gibi hissetmesini sağlayan tek şey ise okulun zorbası Harry ve arkadaşlarının Conor’la uğraşmaya devam etmesi. Harry sonunda Conor’a en çok nasıl zarar verebileceğini anlıyor ve onu daha fazla görmediğini söyleyip diğer herkes gibi Conor’ı görmezden gelmeye başlıyor. Yaşadığı onca şeyden sonra kimsenin görmediği biri olmak ise Conor için bir kırılma noktası.
“ ‘Güle güle O’Malley,’ dedi Harry, Conor’ın gözlerinin içine bakarak. ‘Artık seni görmüyorum.’ Sonra Conor’ın elini bıraktı, arkasını döndü ve oradan uzaklaştı. Anton ve Sully iyice şaşkına dönmüşlerdi, ama hemen sonra onlar da uzaklaştılar. Hiçbiri arkasını dönüp de Conor’a bakmadı.
Yemekhanenin duvarında devasa bir dijital saat asılıydı. Yetmişli yıllarda son teknoloji ürünü olarak alınmış, artık Conor’ın annesinden daha yaşlı olduğu halde bugüne dek değiştirilmemişti. Conor, Harry’nin uzaklaşmasını; arkasına bakmadan, hiçbir şey yapmadan uzaklaşmasını izlerken, Harry saatin altından geçti. Öğle yemeği 11.55’te başlamış, 12.40’da sona ermişti. Şimdiyse saat 12.06’yı gösteriyordu. Az önce duyduğu cümle Conor’ın zihninde yankılandı.
‘Artık seni görmüyorum.’ Harry sözünde duruyor, uzaklaşmaya devam ediyordu.
‘Artık seni görmüyorum.’ Saat 12.07 oldu. Üçüncü hikâyenin zamanı geldi, dedi canavar. Conor’ın arkasından.”
                Bu olaydan sonra büyük annesi Conor’ı alıp hastaneye, annesinin yanına götürüyor ve Conor annesiyle konuşuyor. Hastalığın son aşamada olduğunu ve geriye son bir tedavileri kaldığını, ama pek bir umut olmadığını öğrendiği zaman kendisi dahil herkese sinirlenen Conor hastaneden kaçıyor; ve canavara, evinin karşısındaki mezarlıkta duran porsuk ağacına gidiyor. Canavarı çağırdıysa tek bir sebebi olduğunu ve bunun annesini iyileştirmek olduğunu düşünen Conor bunu canavara da söylüyor ve onu iyileştirmesini istiyor. Ama canavar Conor’a 4. hikayeyi anlatmanın zamanı geldiğini söylüyor ve Conor’ı söylemeye korktuğu gerçeği söylemek zorunda bırakıyor. Böylece de 4. hikaye yaşanıyor.
                İşte tam da bu noktalarda kitabı okurken ben ve filmini izlerken bütün sinema birden ağlamaya başlıyoruz. Kitabın hayatımda okuduğum en etkileyici kitaplardan biri olduğunu söyleyebilirim. Belki de bunun nedeni iki iyi yazar tarafından yazılmış olması: Taslağını çıkartıp yazmak için zaman bulamayan Siobhan Dowd ve taslağı devralıp bunu hak ettiği gibi bir hikayeye dönüştüren Patrick Ness. Aynı anda sayfalarda gördüğünüz çizimler de kitabın etkileyiciliğini arttırıyor ve kitaba karanlık bir hava veriyor. Bu kitapta en çok hoşuma giden şey de canavarın insanlara ve hayata karşı bakış açısı ve Conor’a aslında hissettiği şeylerin normal olduğunu daha önce ayaklandığı zamanların hikayelerini kullanarak açıklamaya çalışması.
Sen çektiğin acının sona ermesini diliyordun, dedi canavar. Kendi acının. Seni artık yalnızlaştırmamasını istiyordun. Bu son derece insancıl bir istek.
‘Böyle olsun istemedim,’ dedi Conor.
İstedin, dedi canavar. Ama aynı zamanda istemedin de.
Conor burnunu çekip, önünde bir duvar gibi durmakta olan yüze baktı. ‘İkisi birden nasıl doğru olabilir ki?’
Çünkü insanoğlu anlaşılması zor bir yaratıktır, dedi canavar. Bir kraliçe nasıl hem kötü hem de iyi bir cadı olabilir? Bir prens nasıl hem bir katil hem de bir kurtarıcı olabilir? Bir ispençiyar nasıl katı kalpli, ama aynı zamanda doğru düşünen biri olabilir? Görünmez adamlar nasıl kendilerini görünür kıldıkları halde daha da yalnızlaşırlar?
                Kitabın daha geçen yıl çıkan filmiyse şu ana kadar izlediğim en iyi kitaptan uyarlama filmdi. En ufak bir detay bile atlanmamıştı, hikâyeler için kullandıkları görseller bile kitaptaki çizimlere benzetilmeye çalışılmıştı ve kitabın anlatmaya çalıştığı şeyler çok iyi yansıtılmıştı. Ayrıca Conor’ı oynayan Lewis MacDougall’ın oyunculuğuysa filme çok fazla şey katmış. Daha iyi bir oyuncu kullanılamazmış Conor için. Daha önce hiç okuduğum bir kitabın sinemaya bu kadar iyi yansıtıldığını görmemiştim.

11 Şubat 2018 Pazar

Kitaplar ve Filmler


Geçenlerde çok sevdiğim kitaplardan biri olan Mucize’nin filmini izledim. Filmden çıktıktan sonra çok heyecanlıydım çünkü beklediğime değen bir filmdi. Şu ana kadar izlediğim kitaptan uyarlama filmlerin çoğundan çok daha iyiydi. En güzel yanı da kitapla neredeyse hiçbir farkının olmamasıydı. Bazı olayların sırası değiştirilmiş ya da bir iki ufak detay çıkartılmış olsa da şu ana kadar izlediğim kitaba en çok bağlı kalan filmlerden bir tanesiydi.

Genellikle bu tür filmler benim için hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Çoğunlukla nedenleri yönetmenlerin ve senaristlerin kitaba pek bağlı kalmaması oluyor.  Bunlar için verebileceğim çok fazla örnek var. Ama kitaptan uyarlanan filmlerin içinde ilk izlediğim Percy Jackson ve Şimşek Hırsızı olmuştu. Filmi ilk izlediğimde gayet beğenmiştim aslında. Kitapları olduğunu ve ablamın okuduğunu bildiğim halde hiç okumamıştım. Filmin bende bıraktığı etkiyle ertesi gün elime ilk kitabı aldım ve bir günde bitirdim. Birkaç gün sonra hala kitabın etkisindeyken kitapta beni bu kadar heyecanlandıran olayları tekrar yaşamak için filmi tekrar izlemek istedim. Bu defa filmden nefret etmemle sonuçlandı. Daha önce hiç filmi çekilen bir kitabım olmadığından ilk deneyimim Percy Jackson’dı ve ciddi anlamda kitaplardan uyarlanan filmlere şüpheyle yaklaşmama sebep oldu. Bunun nedeni başkarakterlerin yaşlarından tutun kitabın hikâyesine kadar her şeyin değiştirilmiş olmasıydı. Tabii sonradan her filmin bu kadar kötü olmadığını fark ettim. Bazı filmler kitaba hiç bağlı kalmasa da Harry Potter serisi gibi ortalama bir şekilde işlenen filmler de var. Harry Potter da her ne kadar her şeyiyle kitaplara bağlı olmasa da çok iyi uyarlanmış bir seri. Harry Potter serisinin tek sorunuysa kitaplarda herkesin çok sevdiği bir sürü sahnenin çıkartılması ve filme daha çok ana hikâyenin gidişatını etkileyen olayların alınması.

Ne kadar eleştirsem de okuduğum bir kitabın filminin çekileceğini öğrendiğimde heyecanlanıyorum. Çoğu zaman filmlerin fragmanlarının her saniyesini ezberliyorum. Sonunda filmi izleyebildiğimdeyse çok mutlu oluyorum. Bazı konularda hayal kırıklığına uğrasam bile sevdiğim bir şeyin daha büyük bir kitleye yayılması ve onu belki de ilk defa duyan insanlarla beraber hikâyesine tekrar tanık olmak benim için dünyanın en güzel hislerinden bir tanesi. Bu yüzden her ne kadar “Bu, kitapta böyle değildi” şeklinde krizlere girmemi sağlasalar da kitaptan uyarlama filmleri seviyorum. Ama unutmayın ki her zaman kitaplar filmlerden daha iyidir, yani önce okuyun sonra da izleyin.

10 Şubat 2018 Cumartesi

"Her kim kitap çalar ya da ödünç aldığı kitabı geri vermezse, elindeki o kitap zehirli bir yılana dönüşsün. Yılan onu ısırsın ve zehriyle tüm bedenini felç etsin. Acıdan bağırarak merhamet dilensin ama acıları azalmasın ta ki çürüyüp toprak olana kadar. Kitap kurtları iç organlarını kemirsin, hiç ölmeyen leş kurtları gibi. Son yolculuğuna adım attığında ise, cehennem ateşi onu sonsuza değin yutsun.

(Barcelona'daki San Pedro Manastırı Kütüphanesi'nde bulunan bir yazıttan Alberto Manguel tarafından yapılan alıntı.)"               
                                                                       -Mürekkep Yürek, Cornelia Funke

27 Ocak 2018 Cumartesi

Kitap Hırsızı

“Ve bütün bunlar beni bu gece, bugün ya da saat ve renk her neyse, size anlatmaya çalıştığım konuya getiriyor. Bu, sürekli hayatta kalanlardan birinin hikâyesi; geride kalmak konusunda bir uzman.  Aslında diğer birçok şey arasında şunlarla ilgili küçük bir hikâye:
bir kız
kelimeler
bir akordeoncu
birkaç fanatik Alman
bir Yahudi boksör
ve bolca hırsızlık.”

İşte tam da bu noktada tüyleriniz ürpermeye başlıyor ve anlatıcının konuşmayı kesip bir an önce hikayeye geçmesini istiyorsunuz. En azından ben kitabı her okuyuşumda bunları hissediyorum. Kitap Hırsızı hayatınızda okuyabileceğiniz en iyi kitaplardan birisi diyebilirim. Kitabın en güzel kısımlarından biri Liesel’in başından geçen her şeye karşı kitaplara sığınması.
                 Kitap Liesel ve kardeşi yeni ailelerine gönderilirken kardeşinin ölmesiyle başlıyor. Liesel’in burada mezar kazıcılarından çaldığı kitap ufak bir ayrıntı gibi görünse de bütün hikâyeyi yaratan şey aslında. Asıl önemli ve değişiklik yaratan kararlar anlık kararlardır ve Liesel o kitabı almayı seçtiği zaman bu bütün hikâyenin gidişatını etkiliyor.
Hikaye Liesel’in çalıntı kitabıyla beraber Himmel Sokağı’na gelmesi ve yeni ailesiyle yaşamaya başlamasıyla devam ediyor. Hikayenin önemli kısmı tam olarak burada başlıyor çünkü burada tanıştığımız karakterlerin hepsi Liesel’in hayatında çok büyük bir önem taşıyor. Kitabın en iyi kısımlarından biri de karakterlerin bu kadar iyi kurgulanmış olması. Hayalperestliği ve umudu sayesinde favori karakterim haline gelen sevimli komşu çocuğu Rudy Steiner ‘la arkadaş oluyor ve aralarında kopartılamaz bir bağ kuruluyor. kitap boyunca kendinizi gıcık olmaya alıştırdığınız Rosa’nın aslında her şeyi Liesel, Max ve Hans’ın iyiliği için yaptığını görüyorsunuz ve bu karakteri içten içe sevmeye başlıyorsunuz. Rosa, kötü biri gibi davrandığı zamanlarda bile çok eğlenceli bir karakter çünkü diğerlerine olan davranışları istemsizce de olsa sizi güldürebiliyor. İyi yanını gördüğünüzdeyse; “Vay be Rosa Hubermann o sertlikten bu hallere düşecek biri miydi?” diyebiliyorsunuz. Kitabın en eğlenceli ve en gerçekçi karakterlerinden biri olmasıyla ikinci favori karakterim olabilir Rosa.  
Başka bir karaktere ya da karakterler arası ilişkiye gelirsek Hans Hubermann kitap boyu kalbinizi ısıtan ve daha iyi bir hayatı hak ediyordu dediğiniz bir karakter. Özellikle Liesel ve Hans’ın ilişkisi kitabın içinde geçtiği ortam yüzünden okuyucuda oluşan bütün olumsuz düşünceleri ve kötü hisleri mutlulukla değiştirebilen bir ilişki. Kan bağları olmasa bile görüp görebileceğiniz en iyi baba-kız ilişkisi. Bir süre sonra bu ilişki karmaşıklaşıyor çünkü bir yandan başından geçen olayları takip ettiğimiz Max de Hubermann ailesine katılıyor ve Hans için bir oğul, Liesel içinse bir abi modeli oluyor.
Aslında kitabın kapağına baktığınızda düşündüklerinizin aksine kitap Hitler veya 2. Dünya Savaşı’yla ilgili değil. Kitabın asıl anlattığı şey dostluk kavramı.  Hitler Gençliği’nin bir parçası olan ve “iyi bir Alman vatandaşı” olarak yetiştirilen bir kız ve askerlerden kaçan bir Yahudi’nin bütün farklılıklara rağmen nasıl arkadaş olabileceklerini anlatıyor kitap.


Kitap bazı yerlerde olacak şeyler, özellikle ölecek kişiler için ipuçları veriyor ama yine de ölümlerini gördüğünüzde üzülmeden edemiyorsunuz. Birkaç kişinin ölmesini beklemiştim, öleceğini bildiklerim de vardı ama kesinlikle herkesin ölmesini beklememiştim. Kitabı benim için vazgeçilmez yapan şeylerden biri de bu oldu zaten. Liesel’in kaybettiği her şeyden sonra mutluluğu bulduğu yuvasını da kaybetmesi okuyucu için son darbeydi ve kitabın en etkileyici kısmıydı. Özellikle sonuyla beni kendine bağlayan bu kitap okuduğum en iyi kitaplardan bir tanesi. 

12 Ocak 2018 Cuma

Kürk Mantolu Madonna

Aslına bakarsanız biraz da blog adım yüzünden tanıtmak istediğim ilk kitap Kitap Hırsızı’ydı; ama geçtiğimiz haftalarda okulda yaptığımız etkinliği de anlatmadan duramayacağım. Kitaplarla ilgili bir atölye çalışmasıydı bu etkinlik. Seçilen belli bir kitabın üzerine konuşulacak, ana karakterler canlandırılarak bir sürü farklı şey yapılacaktı. Seçilen kitap da Kürk Mantolu Madonna’ydı. Adını eminim hepiniz duymuşsunuzdur. Okumadan önce benim de çok duyduğum ama okumayı aklımdan geçirmediğim bir kitaptı. Bu konuya biraz daha sonra değineceğim ama.
                Yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri okuduğum kitaplar hakkında insanlarla konuşmaktır. Ama etrafımdaki insanların çoğu bu zamana kadar neredeyse hiç kitap okumayan insanlar olduğu için bunu yapma fırsatım pek olmamıştı, sadece annemle tartışabiliyordum kitapları, bazen biraz da ablamla. Ama neredeyse hiçbir zaman kendi yaşıtım olan insanlarla kitaplar hakkında konuşma şansını bulamadım ki bu da uzun bir süreliğine çok üzüldüğüm şeylerden biridir. Okulda yaptığımız bu atölye çalışması sayesinde böyle bir şey yapmaya fırsat bulacağımı öğrenince çok heyecanlanmıştım ilk başta. Tabii seçilen kitap bu heyecanımı biraz götürdü.
                Yukarıda da dediğim gibi adını çok fazla duyduğum ama hiçbir zaman okumayı planlamadığım bir kitaptı Kürk Mantolu Madonna. Belki de biraz yaşımdan dolayı yetişkin kitapları sayılabilecek türden olan kitaplara o kadar sıcak bakmıyordum, biraz da yazın okuduğum ve ağır gelen Dostoyevski gibi bir şey olacağını düşünmem bende büyük bir önyargı yarattı bu kitapla ilgili. En çok pişman olduğum şeylerden biriyse bu önyargımdı aslında. Kitaba başlarken sahip olduğum bütün bu önyargıya rağmen bu kitap o kadar iyi bir kitaptı ki bütün fikrimi değiştirdi ve en çok etkilendiğim kitaplardan biri listesine girmeye bile hak kazandı.         
                Okurken en çok dikkatimi çeken şeylerden biri karakterlerin özellikleriydi. Özellikle yaptığımız etkinlikte de gözüme en çok batan kısım buydu. Bence karakterler üzerine iyice düşünülmüş derin karakterlerdi. Çoğunluğumuzun yaptığı gibi iki saniyelik düşünme ve “Hemen bir şey söyleyeyim de bu tur boş kalmasın” düşüncesiyle kişiliği ortaya çıkartılacak türden karakterler değillerdi.  Bence insanlar Raif Efendi’yi olduğundan daha kötü, Maria Puder’i ise olduğundan iyi gösterdiler bu etkinlikte. Aslında Maria için iyi gösterilmekten ziyade anlaşılamayan bir karakter diyebiliriz bence. Çünkü herkes bir özellik söylerken fark ettim ki tahtaya yazdığımız özelliklerin hiçbiri Maria’ya ait olan özellikler değildi ve hiç kimse Maria’yı olduğu gibi tanımlayamadı. Belki bu kadar iyi biliyorsan sen tanımlasaydın diyeceksiniz ama Maria bence o kadar ilginç bir karakterdi ki kişilik özelliklerini anlatmaya yarayacak kelimeleri seçemiyorsunuz bile. Baktığınızda bir terslik olduğunu hissediyorsunuz ama bunu düzeltmek için yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Bu olaydan sonra da uzun bir süre boyunca bu karakterleri tanımlayacak sözcükleri düşündüm ama tam olarak oturan hiçbir şey bulamadım.

              
          Raif Efendi’ye gelirsek… Bu karakterle ilgili en çok üzüldüğüm şey çok iyi bir geleceği olabilecekken ufacık bir olayın hayatını mahvetmesine izin vermiş ve kendini bir sürü şeyden mahrum etmiş bir karakter olması.