Hırsızın Çaldıkları

"Aslında kitabın neyle ilgili olduğu önemsizdi. Asıl önemli olan, taşıdığı anlamdı..."
KitapHırsızı/Markus Zusak

10 Mayıs 2019 Cuma

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


“Biz genç değiliz artık. Biz dünyayı fethetmek istemiyoruz artık. Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz artık. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.”

2. Dünya Savaşı sıralarında Hitler tarafından belli başlı kitaplar yasaklanmış, hatta bazıları yakılmış. “Alman değerlerine” karşı olan eserler yakılmaya başlandığında, savaş karşıtı bakış açısıyla Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok da bu yakılan kitaplardan biri olmuş. Bununla da yetinilmemiş, yazarının da yakalanıp öldürülmesine karar verilmiş; çareyi Almanya’dan kaçmakta bulmuş. Almanya’da kalan kız kardeşi, savaş aleyhinde konuştuğu gerekçesiyle Nazi mahkemelerince ölüm cezasıyla yargılanarak idam edilmiş.

Bence Batı Cephesi’nin işlediği konu insanlığın en garip ve anlaşılmaz konularından bir tanesi: savaş. Tarihin en karanlık noktalarından biri olan 1. Dünya Savaşı döneminde geçiyor Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Yaşar Kemal de Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u 20. Yüzyıl için bir el kitabı niteliğinde değerlendirmiş. Öyle bir dönem ki 20. Yüzyılın Büyük Savaş’ı, hakkında ne zaman bir şey bildiğimizi düşünsek, derinlerden sürekli bir dolu hikaye çıkıyor. Mesela bir Alman askeri, günlüğüne savaşta geçirdiği zamanla ilgili bazı şeyler yazmış. Bir gün Almanlar siperde yemek pişirirken karşı taraftan bir Fransız "Ben de gelip yiyebilir miyim?" diye seslenmiş. Davet etmişler, Fransız askeri Almanlarla güzel güzel yemeğini yemiş, ardından uzanıp biraz kestirmiş, sonra teşekkür edip siperine dönmüş. Sonraki günlerde de Almanlar kendisini düzenli yemeğe davet etmiş. Yemek saatlerinde iki taraf arasında gidip gelenler çok olurmuş, birbirlerine ikramlarda bulunur, yemeğin ardından şarap ve sigara içip kağıt oynar ve birbirlerine kibarca şans dileyip siperlerine dönerlermiş. Yemek saatlerinde asla saldırıda bulunulmazmış ama bu cephede savaşanların emirlerle değil, doğrusu bu olmalı diye düşünerek kendi kendilerine geliştirdikleri bir davranışmış.
İki tarafın da kurmayları bu yaşa ve yaşat duygusunu kırmak için siper baskınları emri vermeye başlamışlar. Silah arkadaşlarını bir bir kaybeden askerler artık karşı tarafı dost olarak göremez hale gelince, savaş tekrar savaşa dönmüş.

“Gencim ben, yirmisindeyim. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ölum, korku. Ve bir acı uçurumunun üstüne atılmış sığ, soytarıca bir keyif... İnsanların nasıl birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca, masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum. Dünyadaki en keskin zekaların bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlarla sözler icat ettiğini görüyorum.”

Kitabın yazarı Erich Maria Remarque de tıpkı kendi karakterleri gibi öğretmenlerinin ve çevresinin baskısıyla istemediği halde “Büyük Savaş”a gitmiş. O zamanlar tıpkı  ana karakteri Paul gibi 18 yaşlarındaymış. Savaştan 10 yıl sonra çıkardığı kitap, 1 yıl sonra da filme uyarlanmış. Çıktığı zaman çok büyük bir ün kazanan kitap bugün bile insanlar üstünde aynı büyük etkiyi bırakmaya devam ediyor.

Kitap 18 yaşlarındaki Paul’ün ağzından anlatılıyor. Paul ve sınıf arkadaşları öğretmenlerinin de gazıyla savaşa gitmeye karar veriyorlar. Gençliklerinin verdiği cesaret ve umursamazlıkla her şeyin harika gideceğine inanıyorlar, ta ki ilk bombardımana kadar. O andan sonra çocuklar hayatlarında ilk defa gerçekten korkunun ne olduğunu tadıyorlar, ilerleyen süreçte arkadaşlarını kaybediyorlar ve savaşın ve “ülkeleri için ölmenin” toplumun yücelttiği kadar güzel bir şey olmadığını fark ediyorlar. Bir süre sonra herkesin aklına tek bir soru oluşuyor: Neden savaşıyoruz? Askerler arasında bir merak konusu oluyor bu, çünkü hiçbiri savaşı istemiyor. Almanlar da Fransızlar da savaşı istemiyorsa o halde neden savaşıyorlar?

“Biri bundan menfaat sağlıyor olmalı.” diye düşünüyorlar. Siyasetçilerin hedefleri, fanatiklerin savaşa dair fikirleri içinde kimse cephede savaşanların başına ne geldiğini gerçekten umursamıyor ve kimse onların fikirlerini dikkate almıyor. Peki bugün hangimiz o zamanlarda o insanların yaşadığı tramvayı hayal edebiliyoruz? 20. Yüzyıl bir sürü şey açısından o kadar karanlık bir dönem olmuş ki, o insanların savaştan sonra normal hayatlarına dönüp dönemediklerini, savaşın onlar üzerinde bıraktığı etkiyi ne düşünüyoruz, ne de anlayabiliyoruz. Yazarın yapmaya çalıştığı da bu zaten. Bu hikaye bana bir kez daha savaşın aslında nasıl anlamsız ve canice bir şey olduğunu kanıtladı. Eğer savaş tarihine ilginiz varsa ve savaşı farklı bir açıdan görmek ilginizi çekiyorsa Batı Cephesinde Yeni Bir Şey yok yıllar boyu bile aynı kalan etkisiyle tamamen size göre bir hikaye.

“Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece.”

7 Mayıs 2019 Salı

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz


“Siz gene iyi kötü yaşıyorsunuz azbuçuk... Ben hiç yaşamıyorum, hepten yokum...”

Yaşar Yaşamaz’ın talihsiz hikayesini önce radyo oyunu olarak yazmış Aziz Nesin. Beklemediği bir şekilde o kadar beğenilmiş ki başarılı bir şekilde tiyatro oyununa çevirmiş Yaşar’ın hikayesini. Yoğun istek üzerine bir de senaryosunu yazmış ama çoğu tiyatrocudan olduğu gibi, sinemacılardan da telifini alamamış hikayenin. Bir haftalık gazetede çizgi romanı yayınlanmış, televizyon senaryosu yazılmış dizisi çekilmiş, en son da kitabı yazılmış okurların isteği üzerine.
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, okuduğum ilk Aziz Nesin kitabı olmamakla birlikte tıpkı birkaç yıl önce okuduğum “Şimdiki Çocuklar Harika” gibi okurken yer yer sizi gülümseten, yer yer sinirlerinizi bozan, yer yer de kahkahalara boğan bir hikayeydi. Aziz Nesin’in samimi havasını kitabın her yerinde hissedebiliyorsunuz.

Kitabın konusunu bilmeyenlerimiz için biraz özetleyeyim. Yaşar’ın kötü talihi okula yazılmak istediğinde başlıyor. Okula yazılmak için bir nüfus kağıdına ihtiyacı olan Yaşar babasıyla beraber nüfus müdürlüğüne gittiğinde memur onlara şu an 12 yaşında olan Yaşar’ın yıllar önce Çanakkale Savaşı’nda şehit düştüğünü, bu nedenle de ölü olan birine kimlik veremeyeceğini söylüyor.

“Okula gideceksem yaşamıyorum. Askere alacaklarsa yaşıyorum. Nüfus kağıdı istersem yaşamıyorum. Vergi alacaklarsa yaşıyorum. İş ararsam yaşamıyorum. Ceza keseceklerse yaşıyorum. Dava açarsam yaşamıyorum. Tımarhaneye kapatacaklarsa yaşıyorum. Evleneceksem yaşamıyorum. Ama şimdi bir casusla içli dışlı olduğum duyulursa yaşıyorsun der de asarlar.”

Yaşar ne yaparsa yapsın hayatta şansı bir türlü yoluna girmiyor. Bu kara bahtının sonucu hapishaneye düşen Yaşar’ın hikayesi, koğuş arkadaşları için gecelerin olmazsa olmazı oluyor. Herkes heyecanla bir sonraki geceyi bekliyor ki Yaşar Yaşamaz gelsin, başından geçenleri anlatmaya bir önceki gece kaldığı yerden devam etsin. Koğuş arkadaşlarının bazıları Yaşar’ın talihsizliğine yanıyor, kimi anlattığı hikayenin gerçekliğine inanmıyor ama iş Yaşar’ı dinlemeye geldiğinde hepsinin söylediği tek bir şey var: Kara Kaplı Nizami’ye gitseydin bunların hiçbiri olmazdı!

Kara Kaplı Nizami kim peki? Herkesin bildiği bu adamı neden tek tanımayan kişi Yaşar? Hikayenin sonunda öğreniyoruz ki Kara Kaplı Nizami aslında “birisi” değil. Kara Kaplı Nizami Bey aslında kanunları aldatabilen, kendi lehine kullanabilen herkes.

“Kara Kaplı Nizami Bey her yerde vardır, yeter ki sen onun dilinden anla.”

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz o kadar ilginç bir hikaye ki; sizi sinir krizlerinin kenarına sokması ve bunaltmasına rağmen yine de elinizden bırakamıyorsunuz. 12 yaşındaki çocuğa sen Çanakkale’de şehit olmuşsun diyen memurdan aradığınız kişiyi hiçbir şekilde bulamadığınız devlet dairelerine, askerlik yapmamışsın diye askere alıp sonra “Ölüsün sen, nüfus kağıdın yok. Nasıl gitmen için belge verelim?” diyen askerlere kadar hayatın absürt yanlarıyla biraz abartarak dalga geçmiş Aziz Nesin. 

Okurken öyle garip bir şekilde bağlanıyorsunuz ki hikayeye, siz bile “Bu suyu odanın ortasına döksem odayı ıslatır mı?” sorusuna “Islatmaz ulan!” diye bağırmak istiyorsunuz Yaşar’la birlikte. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz 7’den 70’e herkesin beğeneceği, herkesi güldürebilecek bir hikaye. Eğer bir kitapçıda rastlarsanız hiç düşünmeyip alın kitabı. Yaşar’ın talihsiz hikayesini bir de siz dinleyin o hapishane koğuşunda.

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Karanlık Çağ: 2. Bölüm


Aaron çanların çalmaya başladığını duyduğunda kuytu bir sokakta eline geçirdiği ganimetleri sayıyordu. Başını kaldırıp pazara baktı. Muhafızlar geliyordu, demek ki birileri Aaron’ın ceplere girip çıkan ellerini fark etmişti. Elindekileri keseye tıkıp kesenin ağzını kapattı ve koşarak sokaktan çıktı. Seçeneklerini gözden geçirdi: Yeniden bir ara sokağa girip koşmaya devam edebilir ya da pazarın içine karışıp muhafızların onu fark etmemesini umabilirdi. Eğer koşmaya devam ederse ara sokakta kolayca dikkat çekip muhafızlara yakalanabilirdi. Anlık bir tereddütle pazara doğru koşmaya başladı. 

Arkasından gelen muhafızların bağırışlarını ve çaldıkları çanları duyabiliyordu. İnsanlara çarparak koşuyor, muhafızlara izini kaybettirmeye çalışıyordu. İnsanları yararak ilerlemesi sadece durumu kötüleştiriyordu çünkü Aaron geçtiği yolda muhafızların dikkatini çeken bir kaos yaratıyordu. Bir çıkış yolu ararken gözleri tezgahlardan birinde duran kibrit kutusuna takıldı. Aaron insanlara ya da çevreye zarar vermeyi sevmezi ama bazı durumlarda istisna yapması gerekebiliyordu. Kibrit kutusunu kaptığı gibi içinden bir tane kibrit çıkardı ve kibriti yaktı. Koşmaya devam ederken yaktığı kibriti en yakınındaki tezgaha fırlattı. Kıvılcımlar tezgahın destek aldığı samanların üzerine düştü. Ateş yavaş yavaş ilerleyerek tezgahtaki örtüyü tutuşturdu. Aaron, yangını fark eden insanların panik çığlıkları arasında koşmaya devam etti ve izini kaybettirmeye yetecek kadar dikkat dağıttığını umdu. Önündeki insanlar hızlı ilerlemesini engelliyordu yani daha kolay ilerleyebilmek için kaosu yayıp yolu temizlemesi gerekiyordu. İşine yarayacağını umarak bütün gücüyle,

“Yangın var!” diye bağırdı. Önündeki adam panikle etrafına bakınıp neler olduğunu anlamaya çalıştı ve birkaç metre ilerideki alev almış tezgahı gördü. Aaron’a destek olarak panikle avazı çıktığı kadar “Yangın var!” diye bağırdı. Yangın haberi yayıldıkça pazar yeri hareketlendi. Bu hareketlilik muhafızların Arron’a odaklanmasını engelliyordu. Bundan yararlanarak kendini en yakındaki ara sokağa attı ve sokak boyu koştuktan sonra soluklanmak için durdu. Kesesinin yerinde olup olmadığını kontrol etmek için cebini yoklarken bir el sertçe omzundan çekerek Aaron’ı yere yıktı. 
Muhafızlardan biri Aaron’ın ufak yangın numarasına kanmamıştı. Başında dikilen ve neredeyse kendisinin iki katı olan adama bakarken içini korku kapladı. Muhafız, ayağa kalkmasını engellemek için Aaron’ın pelerinine bastı.

“Ceplerini boşalt.” dedi tehditkar bir ses tonuyla. Aaron kaçmak için bir yolu olmadığını anlayınca titreyerek cebindeki keseyi çıkardı ve yavaşça yere bıraktı. Adam dikkatli bir şekilde keseyi yerden aldı.

“Bu kadar mı?”

Aaron evet anlamında başını salladı ve o anda adam kafasına sert bir tekme attı. Aaron sendeleyerek geriye düştü.

“Bu kadar mı?” diye tekrarladı muhafız.

“Hepsi bu… yemin ederim!”

Muhafız keseyi alıp içindeki çalıntı malzemeleri inceledi: bileklikler, kolyeler, saatler, altınlar… Kesede gördüklerinden tatmin olmuş bir şekilde ağzını kapattı ve Aaron’a bir tekme daha attı. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi elindeki keseyi sallayarak Pazar yerine döndü. Aaron, yediği dayağın acısıyla inlerken günün zararını nasıl karşılayacağını düşünüyordu; çünkü şimdilik paçayı sıyırmış olsa da bunun daha sonra başını belaya sokacağını biliyordu.