
bir kız
kelimeler
bir akordeoncu
birkaç fanatik Alman
bir Yahudi boksör
ve bolca hırsızlık.”
İşte tam da bu noktada tüyleriniz ürpermeye başlıyor ve anlatıcının konuşmayı kesip bir an önce hikayeye geçmesini istiyorsunuz. En azından ben kitabı her okuyuşumda bunları hissediyorum. Kitap Hırsızı hayatınızda okuyabileceğiniz en iyi kitaplardan birisi diyebilirim. Kitabın en güzel kısımlarından biri Liesel’in başından geçen her şeye karşı kitaplara sığınması.
Kitap Liesel ve kardeşi yeni ailelerine gönderilirken kardeşinin
ölmesiyle başlıyor. Liesel’in burada mezar kazıcılarından çaldığı kitap ufak
bir ayrıntı gibi görünse de bütün hikâyeyi yaratan şey aslında. Asıl önemli ve
değişiklik yaratan kararlar anlık kararlardır ve Liesel o kitabı almayı seçtiği
zaman bu bütün hikâyenin gidişatını etkiliyor.
Hikaye Liesel’in çalıntı kitabıyla beraber Himmel Sokağı’na
gelmesi ve yeni ailesiyle yaşamaya başlamasıyla devam ediyor. Hikayenin önemli
kısmı tam olarak burada başlıyor çünkü burada tanıştığımız karakterlerin hepsi
Liesel’in hayatında çok büyük bir önem taşıyor. Kitabın en iyi kısımlarından
biri de karakterlerin bu kadar iyi kurgulanmış olması. Hayalperestliği ve umudu
sayesinde favori karakterim haline gelen sevimli komşu çocuğu Rudy Steiner ‘la
arkadaş oluyor ve aralarında kopartılamaz bir bağ kuruluyor. kitap boyunca
kendinizi gıcık olmaya alıştırdığınız Rosa’nın aslında her şeyi Liesel, Max ve
Hans’ın iyiliği için yaptığını görüyorsunuz ve bu karakteri içten içe sevmeye
başlıyorsunuz. Rosa, kötü biri gibi davrandığı zamanlarda bile çok eğlenceli
bir karakter çünkü diğerlerine olan davranışları istemsizce de olsa sizi
güldürebiliyor. İyi yanını gördüğünüzdeyse; “Vay be Rosa Hubermann o
sertlikten bu hallere düşecek biri miydi?” diyebiliyorsunuz. Kitabın
en eğlenceli ve en gerçekçi karakterlerinden biri olmasıyla ikinci favori
karakterim olabilir Rosa.
Başka bir karaktere ya da karakterler arası ilişkiye
gelirsek Hans Hubermann kitap boyu kalbinizi ısıtan ve daha iyi bir hayatı hak
ediyordu dediğiniz bir karakter. Özellikle Liesel ve Hans’ın ilişkisi kitabın
içinde geçtiği ortam yüzünden okuyucuda oluşan bütün olumsuz düşünceleri ve
kötü hisleri mutlulukla değiştirebilen bir ilişki. Kan bağları olmasa bile
görüp görebileceğiniz en iyi baba-kız ilişkisi. Bir süre sonra bu ilişki
karmaşıklaşıyor çünkü bir yandan başından geçen olayları takip ettiğimiz Max de
Hubermann ailesine katılıyor ve Hans için bir oğul, Liesel içinse bir abi
modeli oluyor.
Aslında kitabın kapağına baktığınızda düşündüklerinizin
aksine kitap Hitler veya 2. Dünya Savaşı’yla ilgili değil. Kitabın asıl
anlattığı şey dostluk kavramı. Hitler Gençliği’nin bir parçası olan ve
“iyi bir Alman vatandaşı” olarak yetiştirilen bir kız ve askerlerden kaçan bir
Yahudi’nin bütün farklılıklara rağmen nasıl arkadaş olabileceklerini anlatıyor
kitap.
Kitap bazı yerlerde olacak şeyler, özellikle ölecek kişiler
için ipuçları veriyor ama yine de ölümlerini gördüğünüzde üzülmeden
edemiyorsunuz. Birkaç kişinin ölmesini beklemiştim, öleceğini bildiklerim de
vardı ama kesinlikle herkesin ölmesini beklememiştim. Kitabı
benim için vazgeçilmez yapan şeylerden biri de bu oldu zaten. Liesel’in
kaybettiği her şeyden sonra mutluluğu bulduğu yuvasını da kaybetmesi okuyucu
için son darbeydi ve kitabın en etkileyici kısmıydı. Özellikle sonuyla beni
kendine bağlayan bu kitap okuduğum en iyi kitaplardan bir tanesi.