“Biz
genç değiliz artık. Biz dünyayı fethetmek istemiyoruz artık. Kaçağız biz.
Kendimizden kaçıyoruz artık. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı,
hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık.
Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları
kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.”
2. Dünya
Savaşı sıralarında Hitler tarafından belli başlı kitaplar yasaklanmış, hatta bazıları
yakılmış. “Alman değerlerine” karşı olan eserler yakılmaya başlandığında, savaş
karşıtı bakış açısıyla Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok da bu yakılan
kitaplardan biri olmuş. Bununla da yetinilmemiş, yazarının da yakalanıp
öldürülmesine karar verilmiş; çareyi Almanya’dan kaçmakta bulmuş. Almanya’da
kalan kız kardeşi, savaş aleyhinde konuştuğu gerekçesiyle Nazi mahkemelerince
ölüm cezasıyla yargılanarak idam edilmiş.
Bence Batı
Cephesi’nin işlediği konu insanlığın en garip ve anlaşılmaz konularından bir
tanesi: savaş. Tarihin en karanlık noktalarından biri olan 1. Dünya Savaşı
döneminde geçiyor Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Yaşar Kemal de Batı
Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u 20. Yüzyıl için bir el kitabı niteliğinde
değerlendirmiş. Öyle bir dönem ki 20. Yüzyılın Büyük Savaş’ı, hakkında ne zaman
bir şey bildiğimizi düşünsek, derinlerden sürekli bir dolu hikaye çıkıyor.
Mesela bir Alman askeri, günlüğüne savaşta geçirdiği zamanla ilgili bazı şeyler
yazmış. Bir gün Almanlar siperde yemek pişirirken karşı taraftan bir Fransız
"Ben de gelip yiyebilir miyim?" diye seslenmiş. Davet etmişler,
Fransız askeri Almanlarla güzel güzel yemeğini yemiş, ardından uzanıp biraz
kestirmiş, sonra teşekkür edip siperine dönmüş. Sonraki günlerde de Almanlar
kendisini düzenli yemeğe davet etmiş. Yemek saatlerinde iki taraf arasında
gidip gelenler çok olurmuş, birbirlerine ikramlarda bulunur, yemeğin ardından
şarap ve sigara içip kağıt oynar ve birbirlerine kibarca şans dileyip
siperlerine dönerlermiş. Yemek saatlerinde asla saldırıda bulunulmazmış ama bu
cephede savaşanların emirlerle değil, doğrusu bu olmalı diye düşünerek kendi
kendilerine geliştirdikleri bir davranışmış.
İki tarafın
da kurmayları bu yaşa ve yaşat duygusunu kırmak için siper baskınları emri
vermeye başlamışlar. Silah arkadaşlarını bir bir kaybeden askerler artık karşı
tarafı dost olarak göremez hale gelince, savaş tekrar savaşa dönmüş.
“Gencim
ben, yirmisindeyim. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ölum, korku. Ve
bir acı uçurumunun üstüne atılmış sığ, soytarıca bir keyif... İnsanların nasıl
birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca,
masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum. Dünyadaki en keskin zekaların
bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlarla sözler icat ettiğini
görüyorum.”
Kitabın
yazarı Erich Maria Remarque de tıpkı kendi karakterleri gibi öğretmenlerinin ve
çevresinin baskısıyla istemediği halde “Büyük Savaş”a gitmiş. O zamanlar
tıpkı ana karakteri Paul gibi 18
yaşlarındaymış. Savaştan 10 yıl sonra çıkardığı kitap, 1 yıl sonra da filme
uyarlanmış. Çıktığı zaman çok büyük bir ün kazanan kitap bugün bile insanlar
üstünde aynı büyük etkiyi bırakmaya devam ediyor.
Kitap 18
yaşlarındaki Paul’ün ağzından anlatılıyor. Paul ve sınıf arkadaşları
öğretmenlerinin de gazıyla savaşa gitmeye karar veriyorlar. Gençliklerinin
verdiği cesaret ve umursamazlıkla her şeyin harika gideceğine inanıyorlar, ta
ki ilk bombardımana kadar. O andan sonra çocuklar hayatlarında ilk defa
gerçekten korkunun ne olduğunu tadıyorlar, ilerleyen süreçte arkadaşlarını
kaybediyorlar ve savaşın ve “ülkeleri için ölmenin” toplumun yücelttiği kadar
güzel bir şey olmadığını fark ediyorlar. Bir süre sonra herkesin aklına tek bir
soru oluşuyor: Neden savaşıyoruz? Askerler arasında bir merak
konusu oluyor bu, çünkü hiçbiri savaşı istemiyor. Almanlar da Fransızlar da
savaşı istemiyorsa o halde neden savaşıyorlar?
“Biri
bundan menfaat sağlıyor olmalı.” diye düşünüyorlar. Siyasetçilerin hedefleri, fanatiklerin
savaşa dair fikirleri içinde kimse cephede savaşanların başına ne geldiğini
gerçekten umursamıyor ve kimse onların fikirlerini dikkate almıyor. Peki bugün
hangimiz o zamanlarda o insanların yaşadığı tramvayı hayal edebiliyoruz? 20.
Yüzyıl bir sürü şey açısından o kadar karanlık bir dönem olmuş ki, o insanların
savaştan sonra normal hayatlarına dönüp dönemediklerini, savaşın onlar üzerinde
bıraktığı etkiyi ne düşünüyoruz, ne de anlayabiliyoruz. Yazarın yapmaya
çalıştığı da bu zaten. Bu hikaye bana bir kez daha savaşın aslında nasıl
anlamsız ve canice bir şey olduğunu kanıtladı. Eğer savaş tarihine ilginiz
varsa ve savaşı farklı bir açıdan görmek ilginizi çekiyorsa Batı Cephesinde
Yeni Bir Şey yok yıllar boyu bile aynı kalan etkisiyle tamamen size göre bir
hikaye.
“Bu
kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş,
mermilerinden kurtulmuş olsa bile tahriplerinden kurtulamamış bir nesli
anlatmak isteyen bir deneme, sadece.”