Hırsızın Çaldıkları

"Aslında kitabın neyle ilgili olduğu önemsizdi. Asıl önemli olan, taşıdığı anlamdı..."
KitapHırsızı/Markus Zusak

10 Mayıs 2019 Cuma

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


“Biz genç değiliz artık. Biz dünyayı fethetmek istemiyoruz artık. Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz artık. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.”

2. Dünya Savaşı sıralarında Hitler tarafından belli başlı kitaplar yasaklanmış, hatta bazıları yakılmış. “Alman değerlerine” karşı olan eserler yakılmaya başlandığında, savaş karşıtı bakış açısıyla Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok da bu yakılan kitaplardan biri olmuş. Bununla da yetinilmemiş, yazarının da yakalanıp öldürülmesine karar verilmiş; çareyi Almanya’dan kaçmakta bulmuş. Almanya’da kalan kız kardeşi, savaş aleyhinde konuştuğu gerekçesiyle Nazi mahkemelerince ölüm cezasıyla yargılanarak idam edilmiş.

Bence Batı Cephesi’nin işlediği konu insanlığın en garip ve anlaşılmaz konularından bir tanesi: savaş. Tarihin en karanlık noktalarından biri olan 1. Dünya Savaşı döneminde geçiyor Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Yaşar Kemal de Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u 20. Yüzyıl için bir el kitabı niteliğinde değerlendirmiş. Öyle bir dönem ki 20. Yüzyılın Büyük Savaş’ı, hakkında ne zaman bir şey bildiğimizi düşünsek, derinlerden sürekli bir dolu hikaye çıkıyor. Mesela bir Alman askeri, günlüğüne savaşta geçirdiği zamanla ilgili bazı şeyler yazmış. Bir gün Almanlar siperde yemek pişirirken karşı taraftan bir Fransız "Ben de gelip yiyebilir miyim?" diye seslenmiş. Davet etmişler, Fransız askeri Almanlarla güzel güzel yemeğini yemiş, ardından uzanıp biraz kestirmiş, sonra teşekkür edip siperine dönmüş. Sonraki günlerde de Almanlar kendisini düzenli yemeğe davet etmiş. Yemek saatlerinde iki taraf arasında gidip gelenler çok olurmuş, birbirlerine ikramlarda bulunur, yemeğin ardından şarap ve sigara içip kağıt oynar ve birbirlerine kibarca şans dileyip siperlerine dönerlermiş. Yemek saatlerinde asla saldırıda bulunulmazmış ama bu cephede savaşanların emirlerle değil, doğrusu bu olmalı diye düşünerek kendi kendilerine geliştirdikleri bir davranışmış.
İki tarafın da kurmayları bu yaşa ve yaşat duygusunu kırmak için siper baskınları emri vermeye başlamışlar. Silah arkadaşlarını bir bir kaybeden askerler artık karşı tarafı dost olarak göremez hale gelince, savaş tekrar savaşa dönmüş.

“Gencim ben, yirmisindeyim. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ölum, korku. Ve bir acı uçurumunun üstüne atılmış sığ, soytarıca bir keyif... İnsanların nasıl birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca, masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum. Dünyadaki en keskin zekaların bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlarla sözler icat ettiğini görüyorum.”

Kitabın yazarı Erich Maria Remarque de tıpkı kendi karakterleri gibi öğretmenlerinin ve çevresinin baskısıyla istemediği halde “Büyük Savaş”a gitmiş. O zamanlar tıpkı  ana karakteri Paul gibi 18 yaşlarındaymış. Savaştan 10 yıl sonra çıkardığı kitap, 1 yıl sonra da filme uyarlanmış. Çıktığı zaman çok büyük bir ün kazanan kitap bugün bile insanlar üstünde aynı büyük etkiyi bırakmaya devam ediyor.

Kitap 18 yaşlarındaki Paul’ün ağzından anlatılıyor. Paul ve sınıf arkadaşları öğretmenlerinin de gazıyla savaşa gitmeye karar veriyorlar. Gençliklerinin verdiği cesaret ve umursamazlıkla her şeyin harika gideceğine inanıyorlar, ta ki ilk bombardımana kadar. O andan sonra çocuklar hayatlarında ilk defa gerçekten korkunun ne olduğunu tadıyorlar, ilerleyen süreçte arkadaşlarını kaybediyorlar ve savaşın ve “ülkeleri için ölmenin” toplumun yücelttiği kadar güzel bir şey olmadığını fark ediyorlar. Bir süre sonra herkesin aklına tek bir soru oluşuyor: Neden savaşıyoruz? Askerler arasında bir merak konusu oluyor bu, çünkü hiçbiri savaşı istemiyor. Almanlar da Fransızlar da savaşı istemiyorsa o halde neden savaşıyorlar?

“Biri bundan menfaat sağlıyor olmalı.” diye düşünüyorlar. Siyasetçilerin hedefleri, fanatiklerin savaşa dair fikirleri içinde kimse cephede savaşanların başına ne geldiğini gerçekten umursamıyor ve kimse onların fikirlerini dikkate almıyor. Peki bugün hangimiz o zamanlarda o insanların yaşadığı tramvayı hayal edebiliyoruz? 20. Yüzyıl bir sürü şey açısından o kadar karanlık bir dönem olmuş ki, o insanların savaştan sonra normal hayatlarına dönüp dönemediklerini, savaşın onlar üzerinde bıraktığı etkiyi ne düşünüyoruz, ne de anlayabiliyoruz. Yazarın yapmaya çalıştığı da bu zaten. Bu hikaye bana bir kez daha savaşın aslında nasıl anlamsız ve canice bir şey olduğunu kanıtladı. Eğer savaş tarihine ilginiz varsa ve savaşı farklı bir açıdan görmek ilginizi çekiyorsa Batı Cephesinde Yeni Bir Şey yok yıllar boyu bile aynı kalan etkisiyle tamamen size göre bir hikaye.

“Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece.”

7 Mayıs 2019 Salı

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz


“Siz gene iyi kötü yaşıyorsunuz azbuçuk... Ben hiç yaşamıyorum, hepten yokum...”

Yaşar Yaşamaz’ın talihsiz hikayesini önce radyo oyunu olarak yazmış Aziz Nesin. Beklemediği bir şekilde o kadar beğenilmiş ki başarılı bir şekilde tiyatro oyununa çevirmiş Yaşar’ın hikayesini. Yoğun istek üzerine bir de senaryosunu yazmış ama çoğu tiyatrocudan olduğu gibi, sinemacılardan da telifini alamamış hikayenin. Bir haftalık gazetede çizgi romanı yayınlanmış, televizyon senaryosu yazılmış dizisi çekilmiş, en son da kitabı yazılmış okurların isteği üzerine.
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, okuduğum ilk Aziz Nesin kitabı olmamakla birlikte tıpkı birkaç yıl önce okuduğum “Şimdiki Çocuklar Harika” gibi okurken yer yer sizi gülümseten, yer yer sinirlerinizi bozan, yer yer de kahkahalara boğan bir hikayeydi. Aziz Nesin’in samimi havasını kitabın her yerinde hissedebiliyorsunuz.

Kitabın konusunu bilmeyenlerimiz için biraz özetleyeyim. Yaşar’ın kötü talihi okula yazılmak istediğinde başlıyor. Okula yazılmak için bir nüfus kağıdına ihtiyacı olan Yaşar babasıyla beraber nüfus müdürlüğüne gittiğinde memur onlara şu an 12 yaşında olan Yaşar’ın yıllar önce Çanakkale Savaşı’nda şehit düştüğünü, bu nedenle de ölü olan birine kimlik veremeyeceğini söylüyor.

“Okula gideceksem yaşamıyorum. Askere alacaklarsa yaşıyorum. Nüfus kağıdı istersem yaşamıyorum. Vergi alacaklarsa yaşıyorum. İş ararsam yaşamıyorum. Ceza keseceklerse yaşıyorum. Dava açarsam yaşamıyorum. Tımarhaneye kapatacaklarsa yaşıyorum. Evleneceksem yaşamıyorum. Ama şimdi bir casusla içli dışlı olduğum duyulursa yaşıyorsun der de asarlar.”

Yaşar ne yaparsa yapsın hayatta şansı bir türlü yoluna girmiyor. Bu kara bahtının sonucu hapishaneye düşen Yaşar’ın hikayesi, koğuş arkadaşları için gecelerin olmazsa olmazı oluyor. Herkes heyecanla bir sonraki geceyi bekliyor ki Yaşar Yaşamaz gelsin, başından geçenleri anlatmaya bir önceki gece kaldığı yerden devam etsin. Koğuş arkadaşlarının bazıları Yaşar’ın talihsizliğine yanıyor, kimi anlattığı hikayenin gerçekliğine inanmıyor ama iş Yaşar’ı dinlemeye geldiğinde hepsinin söylediği tek bir şey var: Kara Kaplı Nizami’ye gitseydin bunların hiçbiri olmazdı!

Kara Kaplı Nizami kim peki? Herkesin bildiği bu adamı neden tek tanımayan kişi Yaşar? Hikayenin sonunda öğreniyoruz ki Kara Kaplı Nizami aslında “birisi” değil. Kara Kaplı Nizami Bey aslında kanunları aldatabilen, kendi lehine kullanabilen herkes.

“Kara Kaplı Nizami Bey her yerde vardır, yeter ki sen onun dilinden anla.”

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz o kadar ilginç bir hikaye ki; sizi sinir krizlerinin kenarına sokması ve bunaltmasına rağmen yine de elinizden bırakamıyorsunuz. 12 yaşındaki çocuğa sen Çanakkale’de şehit olmuşsun diyen memurdan aradığınız kişiyi hiçbir şekilde bulamadığınız devlet dairelerine, askerlik yapmamışsın diye askere alıp sonra “Ölüsün sen, nüfus kağıdın yok. Nasıl gitmen için belge verelim?” diyen askerlere kadar hayatın absürt yanlarıyla biraz abartarak dalga geçmiş Aziz Nesin. 

Okurken öyle garip bir şekilde bağlanıyorsunuz ki hikayeye, siz bile “Bu suyu odanın ortasına döksem odayı ıslatır mı?” sorusuna “Islatmaz ulan!” diye bağırmak istiyorsunuz Yaşar’la birlikte. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz 7’den 70’e herkesin beğeneceği, herkesi güldürebilecek bir hikaye. Eğer bir kitapçıda rastlarsanız hiç düşünmeyip alın kitabı. Yaşar’ın talihsiz hikayesini bir de siz dinleyin o hapishane koğuşunda.

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Karanlık Çağ: 2. Bölüm


Aaron çanların çalmaya başladığını duyduğunda kuytu bir sokakta eline geçirdiği ganimetleri sayıyordu. Başını kaldırıp pazara baktı. Muhafızlar geliyordu, demek ki birileri Aaron’ın ceplere girip çıkan ellerini fark etmişti. Elindekileri keseye tıkıp kesenin ağzını kapattı ve koşarak sokaktan çıktı. Seçeneklerini gözden geçirdi: Yeniden bir ara sokağa girip koşmaya devam edebilir ya da pazarın içine karışıp muhafızların onu fark etmemesini umabilirdi. Eğer koşmaya devam ederse ara sokakta kolayca dikkat çekip muhafızlara yakalanabilirdi. Anlık bir tereddütle pazara doğru koşmaya başladı. 

Arkasından gelen muhafızların bağırışlarını ve çaldıkları çanları duyabiliyordu. İnsanlara çarparak koşuyor, muhafızlara izini kaybettirmeye çalışıyordu. İnsanları yararak ilerlemesi sadece durumu kötüleştiriyordu çünkü Aaron geçtiği yolda muhafızların dikkatini çeken bir kaos yaratıyordu. Bir çıkış yolu ararken gözleri tezgahlardan birinde duran kibrit kutusuna takıldı. Aaron insanlara ya da çevreye zarar vermeyi sevmezi ama bazı durumlarda istisna yapması gerekebiliyordu. Kibrit kutusunu kaptığı gibi içinden bir tane kibrit çıkardı ve kibriti yaktı. Koşmaya devam ederken yaktığı kibriti en yakınındaki tezgaha fırlattı. Kıvılcımlar tezgahın destek aldığı samanların üzerine düştü. Ateş yavaş yavaş ilerleyerek tezgahtaki örtüyü tutuşturdu. Aaron, yangını fark eden insanların panik çığlıkları arasında koşmaya devam etti ve izini kaybettirmeye yetecek kadar dikkat dağıttığını umdu. Önündeki insanlar hızlı ilerlemesini engelliyordu yani daha kolay ilerleyebilmek için kaosu yayıp yolu temizlemesi gerekiyordu. İşine yarayacağını umarak bütün gücüyle,

“Yangın var!” diye bağırdı. Önündeki adam panikle etrafına bakınıp neler olduğunu anlamaya çalıştı ve birkaç metre ilerideki alev almış tezgahı gördü. Aaron’a destek olarak panikle avazı çıktığı kadar “Yangın var!” diye bağırdı. Yangın haberi yayıldıkça pazar yeri hareketlendi. Bu hareketlilik muhafızların Arron’a odaklanmasını engelliyordu. Bundan yararlanarak kendini en yakındaki ara sokağa attı ve sokak boyu koştuktan sonra soluklanmak için durdu. Kesesinin yerinde olup olmadığını kontrol etmek için cebini yoklarken bir el sertçe omzundan çekerek Aaron’ı yere yıktı. 
Muhafızlardan biri Aaron’ın ufak yangın numarasına kanmamıştı. Başında dikilen ve neredeyse kendisinin iki katı olan adama bakarken içini korku kapladı. Muhafız, ayağa kalkmasını engellemek için Aaron’ın pelerinine bastı.

“Ceplerini boşalt.” dedi tehditkar bir ses tonuyla. Aaron kaçmak için bir yolu olmadığını anlayınca titreyerek cebindeki keseyi çıkardı ve yavaşça yere bıraktı. Adam dikkatli bir şekilde keseyi yerden aldı.

“Bu kadar mı?”

Aaron evet anlamında başını salladı ve o anda adam kafasına sert bir tekme attı. Aaron sendeleyerek geriye düştü.

“Bu kadar mı?” diye tekrarladı muhafız.

“Hepsi bu… yemin ederim!”

Muhafız keseyi alıp içindeki çalıntı malzemeleri inceledi: bileklikler, kolyeler, saatler, altınlar… Kesede gördüklerinden tatmin olmuş bir şekilde ağzını kapattı ve Aaron’a bir tekme daha attı. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi elindeki keseyi sallayarak Pazar yerine döndü. Aaron, yediği dayağın acısıyla inlerken günün zararını nasıl karşılayacağını düşünüyordu; çünkü şimdilik paçayı sıyırmış olsa da bunun daha sonra başını belaya sokacağını biliyordu.


30 Nisan 2019 Salı

Bülbül'ü Öldürmek



“Yalnızca tek bir tür insan varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar?”

Dünya edebiyatında büyük bir iz bırakmış olan Bülbülü Öldürmek’i hemen hemen hepimiz duymuşuzdur. Kitabın bu kadar bilinmesinin sebeplerinden biri de Harper Lee’nin neredeyse tek romanı olması. Harper Lee 2015 yılına kadar yayınlamadığı kitabı olan Tesbih Ağacının Gölgesinde’yi Bülbül’ü Öldürmek’ten önce yazdığı halde 55 yıl sonra yayınlamaya karar vermiş. Bülbül’ü
Öldürmek her ne kadar Tesbih Ağacının Gölgesinde’nden sonra yazılmış olsa da kronolojik olarak diğer kitaptan 20 yıl önce geçiyor. Sahip olduğu bu büyük ünü yüzünden, başlarken çok daha farklı şeyler beklediğim bir kitaptı. Kafamda büyüttüğümün aksine Bülbülü Öldürmek, Amerika’nın güneyindeki Maycomb adında ufak bir kasabada yaşayan “Scout” adındaki bir kızın küçüklüğünü anlatıyor.

Hayatındaki otorite figürlerinin ne kadar sinirlerine dokunsa da Scout 40’lı yıllarda normal bir kız çocuğu gibi değil. Abisi Jem’in, komşusu Dill’in etkisi ve babası Atticus’un çoğu diğer yetişkin gibi baskıcı biri olmaması Scout’a hayatını istediği şekilde yönlendirmek konusunda bir özgürlük sağlamış. Bu sayede kendini korumayı da öğrenen Scout sinirlerini kontrol etmekte zorlandığı için çoğu zaman kavgalara karışıp başına da bela alıyor. 6 yaşındaki bir kız için baya renkli bir hayatı var diyebiliriz.

“Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği.”

Hikaye bir noktaya kadar çok sakin geçiyor ve ilk defa okula giden Scout’un büyümesini anlatıyor. Abisi Jem ve komşuları Dill’le sokağın karşısında oturan Arthur “Öcü” Radley’e ettikleri işkencelerden, ağaç kovuğunda buldukları gizemli hediyelerden, örtüsünün altında sakladığı tabancasıyla korkutucu ve sinir bozucu Bayan Dubose’a kadar bütün kasabayı tanıyorsunuz ve herkesin hikayelerini öğreniyorsunuz. Bu sırada, avukat olan babası Atticus’a çok zorlu bir dava veriliyor. Yargıç Taylor, Atticus’a Mayella ve Bob Ewell’ın suçlamalarına karşı bir zenci olan Tom Robinson’ın savunmasını veriyor. 40’lı yıllarda Amerika’nın güneyindeki ufak bir kasabada yaşayan sıradan bir adam için, Atticus’un insanlara bakış açısı çok farklı. Jem ve  Scout’u her şeyin en doğrusuna göre büyütmeye çalışan Atticus için insanlar siyahlar ve beyazlar olarak ayrılmıyor, herkes birbiriyle aynı değere sahip. Bu bakış açısı ve aldığı yeni dava yüzünden insanlar Atticus’un “zenci hayranı” olduğunu söyleyerek karalamaya çalışıyor. Atticus bu konuyu kendisi için önemsemese de Scout ve Jem’i etkilemesinden korkuyor. Yaklaşık 2,5 yıl boyunca bekletilen dava günü gelip çattığında, Tom Robinson’ın davası bütün kasabanın ilgi odağı oluyor. Herkes davayı Bob Ewell’ın kazanacağını bilse de Atticus temiz kalbi ve zekasıyla jüriyi ikileme sokmayı başarıyor.

                Kitabı elime ilk aldığımda en çok merak ettiğim şey adını nereden aldığıydı. Kitabın bir noktasında Scout ve Jem’e Noel hediyesi olarak birer tüfek geliyor ve Atticus onlara teneke kutulara ateş etmelerini tercih ettiğini, bülbülü öldürmenin günah olduğunu söylüyor. Bu mecaz ilk kez burada karşımıza çıkıyor ve sizi düşündürüyor. Çünkü Atticus’un bülbülü öldürmenin günah olduğunu söylemesinin sebebi bülbüllerin güzel şarkılar söyleyip günü güzelleştirmekten başka bir şey yapmadığını, bize bir zararları dokunmadığını söylüyor. O halde bülbül kimi temsil ediyor? Bülbül hikaye boyunca masumları, haksızlığa uğrayanları temsil ediyor. Tom Robinson’ı, Arthur Radley’i temsil ediyor. Bütün kasabanın hakkında uydurduğu asılsız söylentilere ve kendi kafalarında kurdukları kötü şöhretine karşı Arthur Radley temiz kalpli bir adam olduğunu kanıtlıyor.

“Bu bülbülü öldürmek gibi bir şey olurdu, öyle değil mi?” diyor Scout masum bir adamın iyi niyetle yaptığı bir hareketten ceza çekmesini düşünürken.

“Sonra onun peşine düştüler, asla yakalayamadılar çünkü onun neye benzediğini bilmiyorlardı ve Atticus, sonunda onu gördükleri zaman anladılar ki aslında o şeylerin hiçbirini o yapmamıştı… Atticus, o gerçekten iyi bir çocuktu…”

Maycomb’daki çoğu insanın, dedikoducu Bayan Stephanie Crawford gibilerinin aksine Atticus bir insanı yargılayabilmek için önce onu anlamak gerektiğini; bunun için de olaylara ve hayata onun gözlerinden bakmak gerektiğini söylüyor sürekli. Sonunda Radleylerin avlusunda dikilen Scout, Atticus’un bu öğretisinin gerçekten ne anlama geldiğini anlıyor. Kitapta olan onca güzel sahneye rağmen Scout’ın bu aydınlanma anı benim için kitabın en güzel sahnesiydi. Yaşanan onca şeyden sonra kitabın sonunda gözlerinizi dolduran bir an bu aydınlanma anı.

Bülbülü Öldürmek’in verdiği bir mesaj varsa bence bu insanların gerçekten de aynı ama farklı olduğu. Hepimiz insanız; hepimizin duyguları, düşünceleri, istekleri var. Bizi farklı yapan şeyler derimizin rengi, doğduğumuz ırk gibi şeyler değil. Bizi birbirimizden ayıran şey hayatımızı nasıl şekillendirdiğimiz ve nasıl bir insan olduğumuz. Kendi çıkarımız için herkesi hor gören saksağanlar mı olacağız, yoksa iyi kalpli bülbüller mi?

“İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.”


21 Nisan 2019 Pazar

Netflix'in Bilinmeyen İncisi: The OA




Çağın gereği neredeyse hepimiz internet üzerindeki bir platformdan dizi veya film izlemişizdir. Kimileri korsan siteleri, kimileri de Netflix ya da Amazon gibi kendi içeriklerini üreten platformları kullanmıştır. Bugün normal temamızdan uzaklaşıp Netflix’in orijinal içeriklerinden biri olan, buna rağmen çok da bilinmeyen “the OA” adlı diziden bahsetmek istedim.

                The OA birçok yönüyle ilginç bir dizi. Bu ilginçliklerin en temelinden başlarsak dizinin başrol oyuncusu olan ve Prairie Johnson/OA karakterini canlandıran Brit Marling, dizinin hem senaristi hem de yönetmeni görevini üstleniyor. Şaşırtıcı bir şekilde birbirinden ayrı üç görevi birden çok iyi bir şekilde yerine getiriyor.

 Dizinin hikayesi yavaş yavaş ilerliyor, yani aksiyon severler için mükemmel dizi denemez. Ama ilk baştaki kafa karışıklığınıza aldırmayıp yavaşça hikayenin içine girmeye başladığınızda çok ilginç bir bilim kurgu hikayesiyle karşılaşıyorsunuz. Uzay gemilerinde verilen savaşlar ya da dünyayı istila eden uzaylılardan çok daha farklı bir bilim kurgu çeşidi karşılıyor sizi: Ölümden sonraki yaşam ve çoklu-evren teorisi. Hikaye Brit Marling’in canlandırdığı Prairie Johnson karakteri etrafında dönüyor, ya da dizide çoğu karakterin kullandığı adıyla OA’in.

Yaklaşık 7 yıl önce kaybolan ve çocukluğundan beri kör olan Prarie, evine birden geri döndüğünde gözleri de görüyor.  Hikayesini polise anlatmasa da kendisine inanacağını ve yardım edeceğini düşündüğü bir grupla paylaşmaya karar veriyor. İnternete yüklediği videoyu görüp gelen ve her gece onunla terk edilmiş bir evde buluşan bir grup çocuk ve bir öğretmen Praire’ye arkadaşlarını ve aşık olduğu adamı kurtarması için yardım etmeye karar veriyor.

OA nasıl hikayenin kilit noktası olan bir karakterse Doktor Hunter Aloysius Percy ya da bizim tanıdığımız şekilde “Hap” de hikaye için bir o kadar önemli bir karakter. Jason Isaacs’in canlandırdığı Hap karakteri ölüme-yakın-deneyimler ve ölümden sonraki yaşamla ilgili takıntılı hale gelmiş bir bilim adamı. Hap bu takıntısı ve merakını gidermek için her şeyi göze almış durumda ve daha önce ölüme-yakın-deneyim yaşamış olan insanları kaçırıp üstlerinde deney yapmaktan da sakınmıyor. Şu anlık iki sezonu olan dizinin ilk sezonunda ölüme-yakın-deneyim yaşayan karakterlerin ÖYD’lerinde gittikleri ve gördükleri yerlerin nereler olduğunu çözmeye çalışan Hap, 2. Sezonda karşımıza çoklu-evren teorisiyle çıkıyor. Bu teoriye göre hepimizin birden fazla dünyada birden fazla versiyonu var ve kendimizin diğer hallerine geçmemizin bir ihtimali var.

 Bütün karakterleri ve hikayesiyle beni kendisine bağlayan dizinin aynı zamanda ilk sezonunun sonu da sizi her an 2. Sezondan bir haberle ilgili tetikte bekletecek bir sondu. Brit Marling’in hikayenin mükemmel olmasını istediği için 2. Sezon üstünde tam olarak 3 yıl çalışması da dizinin sevenlerinin bekleyişine pek yardımcı olmasa da tamamen o 3 yıla değecek bir 2. Sezon çıkartmışlar karşımıza. Aynı anda yansıttığı 3 farklı hikaye ve yine şok edici bir sonla The OA izlerken en çok zevk aldığım dizilerden bir tanesi oldu. Bilim kurgunun her türlüsüne açığım diyebilecek biriyseniz ve koşuşturmaca dolu bir aksiyon bağımlısı değilseniz, Netflix’in çok bilinmeyen incilerinden The OA kesinlikle izlerken zevk alacağınız bir dizi.

14 Nisan 2019 Pazar

Karanlık Çağ- Giriş, 2. Kısım


                Aaron oturduğu ağacın tepesinden pazar yerindeki kalabalığı süzdü. Şanslı günündeydi. Ne kadar çok insan o kadar az dikkat demekti, bir o kadar da ganimet. Pelerinini örtüp oturduğu daldan aşağı atladı. Dikkat çekmemeye çalışarak pazar yerine karıştı.
İşte başlıyoruz.
İnsanlar pazarcılarla kavga etmek ve birbirlerine çarpmamaya çalışmakla o kadar meşguldü ki kimse Aaron’ın ceplerine girip çıkan ve ne var ne yok her şeyi alan ellerini fark etmiyordu. Ayakları dans eder gibi hareket ediyor ve elleri cepten cebe, tezgâhtan tezgâha dolaşıyordu. Bu onun olayıydı. Hayatı boyunca insanlar onu görmezden gelmişti, bu da Aaron’a harika bir hırsız olabilmek için ihtiyacı olan her şeyi vermişti. İnsanlar onu görmüyor, görmek istemiyordu. Hayatın boyunca insanlar onun hakkında hep aynı şeyleri düşünmüştü:
    Fırıncının işe yaramaz oğlu geliyor! Bu defa nelere bulaştı acaba? Bana kalsa en başından evime almazdım. Hiçbir şeyi başarabildiği yok, yemek verdikleri için bile şükretmesi gerek!
Ama Aaron zamanla bunlara kulak asmamayı öğrenmişti. Çünkü başkalarının sözleri ona yalnızca zarar veriyor, onu olmadığı birine dönüştürüyordu, değersiz birine. Ama Aaron bu değildi, hiçbir zaman değersiz ya da önemsiz olmamıştı ve insanların bunu elinden almasına izin vermeye hiç niyeti yoktu. Bir ara sokağa çıkıp topladıklarına baktı ve gülümsedi.
“Bugün şanslı günümdeyim…”

*                                                    *                                                            *
              
          Evin içinden gelen kırılan cam sesini duyduğunda içeri geri dönmek için içinde büyük bir dürtü oluştu. Ama bunun yerine kardeşini kendine çekip sarıldı. Sonra geri çekilip yüzüne baktı.
“Gidip diğer çocuklarla oynamak ister misin?”
Rosie kendini bildi bileli böyle olurdu. Babası içip kendini kaybeder ve annesi de Rosie ve kardeşini babalarının kustuğu nefretten korumaya çalışırdı. İşin sonu genelde pek iyi bitmezdi. Babaları bütün öfkesini annelerinden çıkartırdı. Rosie’nin annesi gibi bir şifacı olmasının sebebi de buydu. Annesine yardım etmek için yapabileceği tek şey bir şifacı olmak ve kardeşini elinden geldiğince korumaktı. O da bunu yapıyordu. Jane’i evden uzaklaştırıp arkadaşlarının yanına götürdüğünde en azından üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini düşünüyordu, ama içinden daha yüksek bir ses annesinin yanına dönüp yardım etmesi gerektiğini söylüyordu. Geri dönerse ne olabileceğini düşündü. Annesini koruyabilse bile kendisini babasından koruyamazdı. Kardeşini de yalnız bırakmış olurdu. Aklında canlanan korkunç sahneleri gözünün önünden silmek için başını iki yana salladı ve arkadaşlarının yanında oynayan Jane’e baktı.
En azından birimiz mutlu, diye düşündü. Kardeşini arkadaşlarıyla beraber izlemek hoşuna gidiyordu. Rosie’nin çok fazla arkadaşı yoktu. Kendi yaşındakilerle pek anlaşamazdı, ama kardeşi yanında olduğu sürece başka birine de ihtiyaç duyduğu söylenemezdi. Birbirlerini mutlu ediyor ve birbirlerini tamamlıyorlardı. Mükemmel ekip.

*                                         *                                                     *

Sağ. Sol. Geriye. Yana. Başını koru!
Osias başına yediği darbenin etkisinden çıkmaya çalışırken kulaklarında bunlar çınlıyordu. Darbenin etkisiyle yere düşmüştü ve kılıcı da birkaç metre uzağa fırlamıştı. Miğferini çıkarıp kenara fırlattı ve başında dikilen abisine baktı.
“Çok yavaşsın.”
Abisinin uzattığı eli görmezden gelerek ayağa kalktı. Kılıcı ve miğferini yerden alıp dövüşmeye hazır bir şekilde abisine baktı.
“Hile yaptın.”
“Yapmadım, sen yavaşsın.”
“Tekrar yapalım.” dedi Osias. Abisine yenilmekten nefret etmesine rağmen bunu engelleyemiyordu. Her konuda onun arkasında kalıyordu.
“Bir dahakine Ozzy. Bugünlük bu kadar.”
Ozzy. Bu lakaptan nefret ediyordu. Ozzy. Ona sadece babası ve abisi için ne kadar kolay lokma olduğunu hatırlatıyordu. En kötü yanı verebileceği bir karşılık yoktu. Onlara kıyasla Osias hiçbir şeydi. Abisinin gidişini izlerken sinirli bir şekilde kılıcını yere sapladı.
“Bir gün… beni hafife aldığına pişman olacaksın.” diye mırıldandı kendi kendine. Kılıcını yerden alırken babasının hayal kırıklığı dolu bakışlarını üzerine hissetti. Her zamanki gibi.
Yavaş.
Zayıf.
Yetersiz.
Korkak.
Herkesin ikinci tercihi.
Sanki zihnindeki seslerin susmasını engelleyecekmiş gibi kendini odasına atıp kapıyı kapattı.

*                                                            *                                                            *

Başının arkasına yediği darbe bir anlığına gözlerini kararttı. Dikkatini toplamaya çalışırken aldığı başka bir darbe de dengesini bozdu ve birkaç saniye içinde kendini çamurun içinde buldu. Dişlerini sıktı, durumu bir şekilde kendi lehine çevirmesi gerekiyordu. Ani bir dönüşle kafasına yemek üzere olduğu tekmeyi engelledi. Rakibi ona nefeslenmesi için birkaç saniye vermişti. Bu büyük bir hataydı, tecrübesiz birisinin yapacağı türden bir hata. Bir acemiyle uğraşıyordu. Duraksamasından yararlanıp ayağını çocuğun ayağına kenetledi, kendine doğru çekti ve onu yere devirdi. Zaman kaybetmeden ayağa fırladı. Vahşice sırıttı, üstünlüğü kazanmıştı; rakibinin yüzündeki panik ifadesi de cabasıydı. Karşı koymayacaksa devam etmenin bir anlamı yoktu. Rakibini bıraktı ve onları izleyenlere döndü,
“Bana gerçekten dövüşmesini bilen birini gönderin.”

9 Nisan 2019 Salı

Saksı Olmanın Faydaları


“Sen hiç böyle hissettin mi bilmiyorum. Binlerce yıl uyumak istiyormuşsun gibi. Ya da yalnızca var olmamak. Ya da var olduğunun farkında olmamak. “

“Saksı” teriminin anlamını bilmiyorsanız kitabın adı size bir şey ifade etmeyebilir. Bu kitaba kadar daha önce hiç saksı kelimesinin bildiğimizden farklı bir anlamı olacağını düşünmemiştim. Kitabın orijinal dilinden geçen bir deyim olduğunu sanıyordum ki önceki nesiller tarafından bizim ülkemizde de kullanıldığını öğrendim. “Saksı” kelimesi fazla içine kapanık olup neredeyse hiçbir şeye katılmayan, sadece gözlem yapan insanlar için kullanılıyor. Kitabın ana karakteri ve anlatıcısı olan Charlie de bir saksı.
           
        Kitap Charlie’nin kim olduğunu bilmediğiniz bir kişiye yazdığı mektuplardan oluşuyor. Her bölüme “Sevgili Arkadaşım,” diyerek giren ve “Daima Sevgiler, Charlie.” diyerek bitiren Charlie kitap boyunca size içini döküyor. Başka kimseyle paylaşamadığı için yaşadığı şeyleri size anlatıyor. Ama her ne kadar mektuplaşıyor olsanız bile Charlie için gizlilik önemli. Gerçekte kim olduğunu, ya da size anlattığı insanların kim olduklarını bilmemeniz için anlamanızı sağlayabileceğini düşündüğü şeylerin isimlerini değiştiriyor.

“Lütfen bunu bana söyleyen kişinin kim olduğunu bulmaya çalışma. Çünkü onu bulursan benim kim olduğumu da anlayabilirsin ki bunu yapmanı gerçekten istemiyorum. Beni bulmanı istemediğimden insanlardan başka isimler ya da ilaç adlarıyla bahsedeceğim. Yine aynı nedenden dolayı bana cevap yazman için bir adres de belirtmiyorum. Bunda kötü bir niyetim yok. Sahiden.”

Ortaokulun bitişinde en yakın arkadaşı intihar eden Charlie, liseye başlarken tamamen yalnız kalmaktan korkuyor. İlk günlerini tahmin ettiği gibi yalnız geçiren Charlie bir futbol maçında Patrick ve Sam adındaki iki üvey kardeşle tanışıyor ve lisedeki ilk arkadaşlarını ediniyor. Charlie’nin aksine Patrick ve Sam son sınıftalar ve yılın sonunda mezun olacaklar.

“Sam ve Patrick bana baktı. Ben de onlara baktım. Sanırım biliyorlardı. Belirli bir şeyi değil. Sadece biliyorlardı işte. Bence bir arkadaştan tüm isteyebileceğiniz budur.”

Yeni ve harika arkadaşlar edinmiş olmanın yanı sıra, Charlie Sam’i gördüğü andan itibaren ondan hoşlanmaya başlıyor. Tanıştığı en güzel kız olduğunu düşündüğü Sam Charlie’nin rüyalarına bile giriyor. Sam’in kendisine de bunları söylemiş olsa da herhangi bir şeyin imkansız olduğunun farkında çünkü Sam Charlie’den 4 yaş büyük ve bir sevgilisi var. Yine de Patrick ve Sam’in sıra dışı arkadaş grubuna dahil olmak bile Charlie için yeterli. Mary Elizabeth’in başında olduğu kendi dergilerinden tutun Rocky Horror Picture Show’un tiyatro kadrosunda olmalarına kadar bir sürü ilginç yönleri olan bir arkadaş grubu bu. Charlie’ye hayatın daha önce hiç görmediği bir yönünü gösteriyorlar ve “katılmasını” sağlıyorlar.

“Bu sessizlikte kimseye anlatmadığım bir anı düşündüm. Yürüdüğümüz zamanı. Üçümüzün. Ben ortadaydım. Nereye ya da nereden yürüyorduk, hatırlamıyorum. Mevsimi bile hatırlamıyorum. Yalnızca onların arasında yürüyüp sonunda bir yere ait hissettiğimi hatırlıyorum.”

Saksı Olmanın Faydaları’yla ilgili ilginç olan şeylerden biri de siz kitabın ne kadar mükemmel ilerlediğini düşünürken bir anda karakterlerin karanlık geçmişleriyle karşılaşıyorsunuz. Yazımın bu kısmından sonrası okumayanlar için biraz spoiler içerebilir. Kitap ilerledikçe karakterlerin küçük sırlarıyla tanışıyoruz. Patrick’in korkusundan kimseye bahsedemediği erkek arkadaşı, Sam’in babasının patronuyla olan ilk öpücüğü, Charlie’nin ablasının şiddet eğilimli sevgilisi ve Charlie’nin Helen Teyzesi.

Helen Teyze kitabın birçok yerinde bahsi geçen bir kişilik. Bildiğimiz kadarıyla yıllar önce Charlie’nin doğum gününde bir araba kazasında ölüyor. Bu da Charlie’nin doğum günlerini sevmemesine ve ne zaman doğum günü gelse kötüleşmesine sebep oluyor. Helen Teyze ona hediye almaya giderken araba kazası geçirdiği için Charlie çok uzun bir zaman boyunca teyzesinin ölümünde kendini suçluyor. Bir süreliğine teyzesini düşündüğünde kötüleşmesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyoruz ama sonra her şeyin bundan itibaren olmadığını öğreniyoruz.

“Helen Teyzeme hoşça kal diyecektim ki ağlamaya başladım. İçten bir ağlamaydı bu. Genelde olduğu gibi panik içinde bir türden değil. Sonra Helen Teyzeme yalnızca önemli şeyler için ağlamaya söz verdim. Çünkü bu kadar çok ağlamanın, Helen Teyze için ağlamanın değerini azaltmasını düşünmekten nefret ettim.”

Diğer bütün karakterlerin hayatında karanlık bir nokta olduğu gibi Helen Teyze de Charlie’nin hayatının karanlık noktası. Ölümü için kendini suçlamasının yanı sıra Helen Teyze Charlie’de onun farkında olmadığı bazı etkiler bırakmış. Beyni anılarını bastırmayı seçtiği için yaşadığı tramvatik olayı hatırlamasa da bu tramvanın etkileri Charlie’nin hayatına içgüdüler şeklinde yansımış. Bir noktada anılarını hatırlayan Charlie, kendi yaşadığı ve etrafındaki insanların yaşadığı kötü şeyler için birilerini suçlamanın anlamsız olduğunu düşünüyor. Çünkü birilerini suçlamak yaşanmış şeyleri değiştirmeyecek.

“Nereden geldiğimizi seçemeyiz ama nereye gidebileceğimizi seçebiliriz.”

Charlie ne kadar kötü bir durumda olursa olsun Sam ve Patrick’le arkadaş olmak hayatına yeni bir sayfa açmasına ve daha iyiye gitmesine yardımcı oluyor. Sam’in, Patrick’in, Mary Elizabeth’in ve bütün arkadaşlarının yıl sonunda mezun olacağını bilse de önemli olanın elindeki zamanın tadını çıkarmak olduğuna karar veriyor.

“Bunların hepsinin bir gün hikaye olacağını biliyorum. Fotoğraflarımız mazi olacak ve hepimiz birilerinin anne babası olacağız ama simdi bunlar hikaye değil, yaşanıyor. İşte buradayım ve ona bakıyorum. Çok güzel görünüyor. Görebiliyorum. kendinin üzücü bir hikaye olmadığını bildiğin an bu. Hayattasın.”

Kitap 90’larda yazıldığı için o dönemlerde ünlü olan bir sürü şarkı da geçiyor kitabın içinde. Sadece şarkılar değil kitaplar, filmler, televizyon programlarına da göndermeler yapılıyor. Bülbül’ü Öldürmek, Muhteşem Gatsby ve Sineklerin Tanrısı gibi bir sürü klasik kitabın da bahsi geçiyor. Charlie size sürekli favori şarkılarından bahsediyor çünkü Charlie için şarkılar büyük bir önem taşıyor. Hatta şu an bu yazıyı yazarken Charlie’nin en sevdiği şarkı olan “Asleep”i dinlediğimi de belirtmeliyim.

“Şarkıları kaç kişinin sevdiğini düşündüm. Kaç kişinin bu şarkılar yüzünden kötü zamanlar geçirdiğini. Kaç kişinin bu şarkılarla güzel zamanlar geçirdiğini. Bu şarkıların ne kadar çok anlam içerdiğini. Bu şarkılardan birini yazmak harika olurdu. Onlardan birini yazmış olsam çok gururlanırdım. Umarım bu şarkıları yazan insanlar mutludur. Umarım bunun yeterli olduğunu hissediyorlardır. Bunu dinle, bunu tüm içtenliğimle istiyorum; çünkü beni mutlu ettiler ki ben yalnızca bir kişiyim.”

90’larda yazılan kitabın aynı zamanda 2010’lu yıllarda çekilen bir filmi var. Çoğu kitap uyarlamasına göre bu film çekilirken çok iyi bir iş çıkarılmış bence. Kitapla pek bir farkları yok, bunun yanı sıra oyuncu kadrosu seçilebilecek en iyi oyunculardan oluşuyor. Charlie’yi Logan Lerman, Sam’i Emma Watson, Patrick’i de Ezra Miller canlandırıyor ve oyuncular karakterleriyle çok uyumlu. Kitabı gibi filmin kendisi de harika müziklere sahip. Hele duygusal biriyseniz, filmin final sahnesinde birkaç damla göz yaşının yanağınızdan süzüleceğini garanti edebilirim.


“O anda yemin ederim sonsuzduk.”